Madem ki söz kış mevsiminden ve eski İstanbul'dan açıldı, Ahmet Rasim'in, eski İstanbul kışlarını anlattığı, geçmişteki "geçmiş özlemi" ile insanı düşündüren, getirdiği toplumsal eleştiri ile bugün hala güncelliğini koruyan, kömür sobası üzerinde kestane pişirip yemek, sokakta "Boooozaaaaaaaaa!" diye bağıran satıcıdan boza alıp içmek ve bir gece vakti taze kar üstünde " Kırt! Kurt!" yürümek gibi zevkle okunacak bir yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum :
İstanbul Kışı
" Bu yıl Kasım'ın 22'sinde kar yağmaya başladı. Düşen kar ne "sulu sepken" ne de "bulgur","sinek uçtu" dedikleri parça parça uçan ve düşen cinstendi. Gerçi ara sıra savurup atıştırır gibi olduysa da ne damlarda, kiremitler üzerinde, ne saçaklarda, ne de yerlerde tuttu. Rüzgar yıldızdan esiyordu, bir kerte daha gerileyip karayele dönemedi. Dönseydi tipi başlar, arada rüzgar ara verdikçe " kuşbakışı", giderek "lapa lapa", "buram buram" düşerdi. Böylece vaktinden önce zemheriye (gün dönümünden önceki şiddetli soğuklar) girmiş olurduk.
Zemheri ki, eski meteoroloji deyimlerimizde karakışın başlangıcıdır. Aralık'ın 22'sinde başlar, Ocak ayının 31'inde kırkını tamamlar. Eski araştırmacıların "erbain" dedikleri ilk karakış bu kırk gündür. Bundan sonra "hamsin" ( erbainden sonra gelen elli günlük kış ) başlar. Bu sürecin ucu nevruzu bulur. Ilımlı bahar, yani güneş o gün "hamel" burcuna ( koç burcu) girer, gece gündüz eşitliği bahar günleri öncesinde başlamış olur. Şu halde uzun araştırma ve deneylere göre İstanbul'un asıl kışı doksan günden oluşur.
Kasım başlangıcı fırtınalarıyla ünlüyse de erbain başına kadar "pastırma yazı" ya da "ayazı" denilen günler de vardır. Karakış arasında da yazdan kalma günlere çoğunlukla rastlanır. Belki siz görmüşsünüzdür, ben daha görmedim. Bu yıl kırağı yağdı mı? Sokaklarımızın hemen hepsinde her yağmurdan sonra irili ufaklı oluşan gölcükler don bağladı mı? Meraklıları kırağı düşmedikçe patlıcan, biber turşusu yapmazlar. Siz "acı patlıcanı kırağı çalmaz" atasözünün ciddiyetine inanır mısınız ? Ben inanırım. Nicelerini gördüm ki, çalmadı.
Dilimizde bir de "zemheri zürafası" ( kışın şıklık olsun diye ince ve açık renk giysilerle gezen kimse) deyimi vardır. Galiba siz, bu takımın çağdaşlarından pek çoğunu, bu yaz gördüğünüz dekolte modasının zorlamasıyla, paltosuz veya dal bir pardösü, ince bir muşamba içinde, ayaklarında üzeri"getr"li sivri burun bir iskarpin, eller eskisi gibi pantolon ceplerinde gezerken görüp tanıyacaksınız. "Donsuz Pedro" adında Beyoğlu, Galata apaşlarından (serseri,hayta) bir kumarbaz vardı ki, bütün yaz sırtında ne varsa bütün kışı da onunla geçirirdi. Üstelik sert bir kış gecesi kendisine :
- Üşümüyor musun ? diye sordum.
O da bana gülerek :
- Bana "Donsuz" Pedro diyorlar, ama Türkçe bilmiyorlar ki... Ben "Donsuz Pedro" değil "Donmaz" Pedro'yum. Titremesini bilmeyenler donar... demişti.
"Kurt dumanlı havayı sever" dedikleri türden, buram buram kar yağarken gezmeyi sever misiniz?... Ben sevmem !... Çocukluğumda bahçedeki karlar üzerine sırtüstü, kollar açık yatar, boy ölçerdik. Kartopu oynamaz mısınız?... Düşmanını sersemletmek için bunun iyice donmuş olanlarından bir tanesinin alna, enseye, burun direğine, avurda rastlaması, bilekten kopmuş boks yumruğunu hatırlatır. Modern oyunlardan tenis bile oynanabilir. Kızak da mı kaymazsınız?... Öyle ya, modası geçmiş, soğuk, ağır bir görünüm!...Patinaj varken bir ortaçağ oyununa düşmek... Ama bunun " turna katarı" denen bir çeşidi vardır ki, yatırılmış bir merdivene dört beş kişi sırt sırta oturur, omuzlardan veya bellerden tutulur, kayılırdı. Bunu da mı sevmezsiniz?... Bahçelerimizde çamaşır sepetinden, eski leğenlerden tuzak yapıp kuş da tutmaz mısınız?... Bu mevsimde sığırcıklar yağlı olur. Kırkından ellisinden yapılan pilava da mı rağbet buyurulmaz? Bozada mı içmezsiniz?... Ö..ö mü ? Ama bunun "mırmırk" adında sarhoşluk veren bir türü vardır ki, bir bardağı adamı iyice sarsar ! Benim çocukluğumda evlerde tandır kurulurdu. Siz modernler bu gezici kaloriferi görmediniz. Üstü tablalı bir dört ayak, yüksek, iskemlemsi bir şeydi. Bunun dört ayağı arasındaki yere özel bir mangal konur, tablasının üstüne yorgan ya da ona benzer bir örtü örtülür, çevresinde bacaklar içeride oturulur; fincan oyunu , yüzük, iskambil, verip almaca, balık kaçtı oynanır, masallar söylenir, bilmeceler sorulur, yanıltmacalar çözümlenir, şarkılar, koşmalar, maniler okunur, özellikle kış geceleri suda pişmiş kestane, ayıklanmış nar, kırılmış ayva, kış armudu, elma, üzüm, badem, ceviz, mısır buğdayı, portakal, hevenk üzümü, kuru incir, sucuklu ceviz, habbülleziz, iğde, dut, kayısı kuruları, Bağdat, Medine balçık hurmaları, un kurabiyeleri, kıkırdak poğaçaları, aşçı kadının, mama dadının taze taze yapıp getirdiği lalanga, puf böreği veya üstü kaymak parçaları ya da reçelle donanmış elmasiye, ardından köşedeki muhallebiciden ekmek kadayıfı, sarığı burma, aşure alınıp yenir, çoğunlukla iri, çifte kavrulmuş leblebiyle boza, ekşi ekşi nar, içinde hacı lokumları yüzen pekmez, loğusa şekeri şerbeti, badem sübyeleri, pestil ezmeleri yenir, içilirdi. Boş lakırdılarla ilgili şeylere "tandırname" denilmesi de böyle toplantılarda hayallerle geçen konuşmalardan dolayıydı.
Çok şükür, zamanımızda gazetelerimizde, siyasal konferanslarımızda, demeçlerimizde hemen her gün birkaç tanesini okumakla avunuyoruz...
Evlerde sabahleyin her uyanan :
- Aaaa ! Akşam biz otururken bir şeycikler yoktu. Baksana ayol, diz boyu kar yağmış !...
şaşkınlığıyla titremeye başladığı sırada dumanı üstünde, zencefilli sahlep, zevkiniz midir ? Buna da mı Ö...ö ! Kallavi fincanla, öyle ya... Vıcık vıcık birşey !...
İçinize zıbın giyer misiniz ? Allah göstermeye !...
İçinize zıbın giyer misiniz ? Allah göstermeye !...
Sırtınıza kürk?... Mutlaka samur mu olacak ? Elma, nafe, zerdane, sincap, şinşilla, kakım, post, kofi pehle, porsuk, tilki, haşa huzurdan ayı, kurt, kaplan, vaşak olsa olmaz mı ? Olmaz ha?... Ya kuzuya ne diyeceksiniz ? Astraganın eski adı olduğu için o da mı beğenilmedi ?...
Gocuk ?... Sus! Adını bile anma!...
Yahut derviş abası, hayderi, hırka... Aman aman, çıkar çıkar ! Hiç sevmem!... Kuşağı kendinden, alafranga fermeneli, kumru göğsü " rob dö şambır " ı her zaman nereden almalı?...
Ayağınızı alaca yün çoraba, aba terliğe de mi sokmazsınız? Ama babalarımız daha siz dünyada yokken "kalçın", "katır", "lapçin" "mest", "serhatli" giyerlerdi. Sizi ortaçağlılar sizi !... Şimdi kavuklarınızı, takkelerinizi çıkarın da şu "boneta"lardan giyin bakalım. Bu karda, bu tipide sokağa mı çıkacaksınız? Başınıza, boynunuza şal sarmaz mısınız? Yok ki... Bari şu örme, tek parmak eldiveni alınız...
Don havalar sokaklarımızın ayıp örtenidir. Bu havaları pek severim, ama kaymak olmasa!.. Benim çocukluğumda altları mıh başlı çiviler, nalçalarla donatılmış "lağımcı çizmeleri" vardı. Bunların ağızları, içleri geniş olduğu için kalın yün çoraplar, aba, lapçin, mestle giyilir, ayaklar sıcak tutulabilirdi. Ama her ayak da bir tokmak halini alırdı. Annem başımı bir şalla sarar, kukuletamı geçirir, merdiven ayağına oturtur, böylelikle ayaklarımı giydirir, tek parmaklı örme "gant"larımı takar, bir elime çüz kesemi veya çantamı, ötekine de sefertasını verir:
-Dikkat et! Ortalardan git, kenarlardan gitme. Buz düşer, beynini deler !
dedikten sonra okuyup üfler :
- Haydi bakalım, doğru okula ! Ben de arkandan bakıyorum...
gözdağıyla kapıyı açar, beni salıverirdi. Dumanım çıka çıka giderdim ...
Şimdiki spor elbise merakı düz palto bile giydirmiyor!...
Tarhana çorbasına ne dersiniz? Tereyağda kızarmış ekmek, biraz da nefis tulum peyniri... Ne? İştahsız durdunuz?... Dünyanın en güçlü, en besleyici çorbasına karşı bu ne ilgisizlik?... Et suyu, salçası, yoğurdu, unu kendisinden... İçersiniz değil mi? Hem de kaşık başına bir "Oh!" diyerek değil mi?... Ala, naneli, içinde köfte yavruları batar çıkar hamur çorbasına da ikbal buyurulmaz mı? Mutlaka üzerinde göz göz yağ parlayan "consomme" mi ( etsuyu çorba ) olacak ?!?...
Eski kışlarda İstanbul evlerinin çoğunda kış erzağı adı altında torba torba tarhana, erişte, un, bulgur, iri, küp yavrusu kaplarda yağa bürünmüş kavurmalar, kıymalar, binlik doluları zeytinyağ, bodur fıçılarla sibir, hilesiz çiriş yağları, demet demet kırmızı biber, kese kese kuru nane, kavanoz kavanoz reçel çeşitleri, kangal kangal et sucukları, tahta tahta pastırmalar, kelle kelle kaşar, topak topak yağlı Arnavut, Kızanlık peynirleri, şişe şişe turşular bulunur; odun kömür kiraz mevsiminden alınmış, mıcırı ayrılmış; kömür, odun, mutfaklık, çamaşırlık ayrılmış dururdu. Kış hazırlığı denen ortalık değiştirilmesi, halı, hasır, perde, keçe, minder örtüsü, yatak yorgan düzenlemesi, kışlıkların sandıktan çıkarılması, dam aktarılması, delik deşik tıkanması, kiler, mutfak düzenlemesi, ocak mangal silinmesi, kalay sorunu, kısaca çamaşır kafesi edinmeye kadar varan nice işler günlerce sürerdi. Şimdi böyle şeyler var mı, yok mu farkında değilim...
Bir kıştır, elbet gelip geçer...
Bakalım bu kış nasıl geçecek? "
Ahmet Rasim, Resimli Ay, Sayı 12, Ocak 1924
Ahmet Rasim, Anılar ve Söyleşiler, sadeleştirerek yayına hazırlayan Nuri Erten, Çağdaş yayınlar, 1983
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak bize destek olabilirsiniz !