30 Ocak 2011

Benimle oynar mısın ?

Bugün, evimin hemen yan sokağındaki Oyuncak Müzesi'ni ziyaret ettim. İlk açıldığı gün de gitmiştim. O günden bugüne de birkaç kez gitmişliğim vardır. Buradan müzenin kurucusu Sayın Sunay Akın'a bir teşekkür borçluyuz. Her gidişimde daha da gelişmiş, daha da güzelleşmiş buluyorum Oyuncak Müzesi'ni. 


Her şeyin ilki en güzeldir ya... Ben de en büyük heyecanı ilk gidişimde yaşamıştım, bundan beş sene kadar önce. Hayatımdan geçip gitmiş, çoktan hafızamdan silinmiş eski oyuncaklarımı orada görüp, bir çocuk gibi sevinmiştim. Aşağıdaki resimde gördüğünüz "saray yapbozu" bunlardan biridir. Bakırköy'deki sobalı evimizin salonunda, bünyan halının üzerinde o yapbozla saraylar kurar ve sonra bozardım.


Üç katlı ahşap binanın her katında, ayrı odalarda ayrı dönemler ve temalar yaşatılıyor. Herşey en ince detayına kadar düşünülmüş. Mesela oyuncak trenlere ayrılmış olan odaya girdiğinizde sirenler ve rayda giden tren sesleri karşılıyor sizi. Dilerseniz gerçek tren koltuklarında oturup, odanın ruhunu doya doya ciğerlerinize çekebiliyorsunuz.

Beni en çok etkileyen bölümlerden biri ise "uzay" temalı oda.


Değişik kültürlere ve değişik zaman dilimlerine ait binlerce oyuncak sergileniyor burada. 1940'lı yılların Almanya'sına ait buram buram nasyonal sosyalizm propogandası kokan (!) oyuncak seti en nadide parçalardan biri.


Az laf, çok fotoğraf diyelim; diğer bölümlerden muhtelif fotoğrafları seyrinize sunalım...


Yine 1940'lı yıllar Almanya'sından bir oyuncak seti

1970'lerdeki "üstün zeka" merakı...


Kızılderililer olmazsa, bir çocuğun hayal dünyası eksik kalır.

Hafızalarımızdan silinmeyecek bir anı, Cin Ali serisi

Çocukken oynamış olduğum "bilgi seti".Gereksiz bilgilere olan merakımızın müsebbibi.


İngilizce lisanında oyuncak ayılara atfedilen "teddy bear" deyiminin, ABD başkanı Theodore Roosevelt'in bir av partisi sırasında köşeye kıstırılmış çaresiz bir Amerikan Siyah Ayısı'nı öldürmeyi reddetmesinden geldiğini biliyor muydunuz ? 



En alt kattaki kafeteryada bulunan camekanda, çocukluk yıllarınızdan kalma çok nadide objeleri görebilirsiniz. Vidyoyu  cep telefonu ile çektiğim ve polarize filtre kullanma imkanı olmadığı için, oluşan yansımaları mazur görün lütfen.



Benim çocuğum olmadığı için oyuncak müzesine sadece kendimi götürüyorum. Sizin çocuğunuz varsa onu da beraberinizde götürebilirsiniz. Ama bu müzenin aslında büyüklere hitap ettiğini belirtmek isterim.

"İçinizdeki çocuğu yaşatın" dersek çok beylik bir laf etmiş oluruz. En iyisi mi biz şöyle bitirelim:

- İçinizdeki yetişkini öldürün !

Sağlıcakla kalın...


27 Ocak 2011

Zorunlu açıklama



Bugün iki farklı kişiden aynı soruya muhatap olduğum için şu açıklamayı yapmak ihtiyacı duyuyorum:

tolgaal.blogspot.com, nam-ı diğer fotobulanık.com sitesini ilk yapmaya başlarken ve sonrasında, ne bugün ne de gelecekte, hiçbir maddi beklentim ya da hayalim olmamıştır, olmayacaktır. İlla bir misyonumuz olacaksa, bu misyonu " Günümüzün para,pul,mal,mülk,şan,şöhret temelleri üzerine kurulu, bencil, açgözlü ve ikiyüzlü sahte değerler sistemine meydan okumak,onu hor görmek ve gerçekliğini kırmak" şeklinde tarif etmeyi tercih ederim. Bu sitenin oluşumundan ve gelişiminden duyacağım kişisel haz ve tatmin duygusunun da bu çerçevede telakki edilmesi efkarıumumiyeden yegane temennimdir.


Tolga Al

23 Ocak 2011

Radyo Bulanık test yayınına başlamıştır !



Uyarı : Burada dinleyeceğiniz eserlerin hiçbirinin yapımında ve icrasında bir katkım yoktur. Kendi hisseme düşen, değişik zamanlarda ve ortamlarda bu eserleri dinleyip keyif almaktan fazlası değildir.Sizlerin de en az benim kadar keyif almanızı dilerim. 
Zaman içerisinde hem şarkı içeriğini hem de sitenin görünümünü hissiyatıma göre geliştireceğim. Linkleri verdiğim grooveshark.com sitesi Türkiye'de mahkeme kararı ile erişimi kısıtlanmış bir sitedir. İçeriğe ulaşamayan ziyaretçilerin DNS ayarlarını değiştirmesi gerekebilir.
Stella Adler tarafından söylenmiş çok sevdiğim bir sözü burada sizlerle paylaşmak isterim: " Hayat ruhumuzu ezer, yok eder. Sanat bize bir ruhumuz olduğunu hatırlatır. "

Sanatsız ve müziksiz kalmayın, esen kalın...

RADYO BULANIK   ilaç gibi radyo...

Tolga Al


16 Ocak 2011

Bana karşı nazik ol !

Zaman zaman sevdiğim şarkıları ve bu şarkıların naçizane dağarcığımıza kattıklarını da burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunu yapmaktaki gayemiz, bir nefes güzelliği sizlerle paylaşmak, biraz ruhlarımızı gevşetmek ve bu şarkıları yapan ustalara buradan bir selam göndermekten öte birşey değildir. Yukarıda linkini gördüğünüz ve halen üzerinde çalışmakta olduğum "Radyo Bulanık" sayfasının da çıkış fikri bundan ibarettir. O sayfada amacımız ile ilgili daha kapsamlı bir açıklama okuyabileceksiniz ileride.

Sözü fazla uzatmadan tanıtmak istediğimiz ilk parçamıza geçelim. Yıllar önce TRT'de Stüdyo FM programını yapan sevgili Yavuz Aydar'ın hatıralarımızda yer etmiş unutulmaz deyişiyle, "İlk plağımızı döndürelim !... "

Handle With Care by Traveling Wilburys on Grooveshark

Handle with care

Sizlerle paylaşmak istediğim şarkı, 1988'de kurulan ve sadece iki albüm çıkardıktan sonra elde olmayan sebeplerden ötürü çalışmalarını yarıda bırakmak zorunda kalan " Travelling Wilburys " grubunun çıkış parçası "Handle with care".

Aslında "grup kurmak" sözü, daha ziyade bir araya gelmiş hevesli gençleri çağrıştıracağı için, grup üyelerinin geçmişteki dev kariyerlerini dikkate alarak, yukarıdaki cümlemizi düzeltmek ve Wilbury biraderler için 1988'de "biraraya geldiler" demek daha doğru olacaktır.

Zaten grubun beni en çok mest eden özelliği de, her biri başlı başına bir efsane ve rock müzik abidesi olan bu beş adamın, hayatlarının bu olgunluk devresinde, bütün hırslardan, mücadelelerden ve egolardan arınmış olarak biraraya gelmesi ve yılların birikim ve tecrübesini aynı imbikten damıtıp saf müzik olarak bizlere sunmaları. Sanırım aşağıdaki fotoğraf her şeyi anlatıyor. 


Wilburys ailesinin üyeleri :

"Nelson Wilbury" – George Harrison
"Otis Wilbury" – Jeff Lynne
"Lefty Wilbury" – Roy Orbison
"Charlie T. Wilbury, Jr." – Tom Petty
"Lucky Wilbury" – Bob Dylan

Bu isimlerden ikisi maalesef bugün aramızda değiller. Roy Orbison ilk albüm piyasaya çıktıktan kısa bir süre sonra 6 Aralık 1988'de hayata gözlerini yumdu. Goerge Harrison ise 29 Kasım 2001 tarihinde aramızdan ayrıldı.

Grubun biraraya geliş fikri Bob Dylan'ın Malibu California'daki evinde Roy Orbison, George Harrison ve Jeff Lynne ile birlikte dördü öğle yemeği yerken ortaya çıkıyor. Tom Petty'nin katılımı ise tesadüf eseri, George Harrison'ın evinde unuttuğu gitarını, kendisi için Malibu'daki bu eve getirmesi ile oluyor. Prova kayıtları sırasında oluşan bazı ufak tefek hatalar için George Harrison sürekli, daha sonra stüdyoda düzeltiriz manasında " We'll burry'em in the mix " ifadesini kullanıyor. Aralarında şaka konusu olan bu deyiş, sonrasında grubun ismi için esin kaynağı oluyor ve grubun adı "Traveling Wilburys" olarak belirleniyor.



Malibu'daki kayıt stüdyosunda yine bir araya gelindiği bir gün, George Harrison kapıda, üzerinde "Handle with care" ibaresi olan bir koli görüyor. Ondan aldığı ilhamla stüdyoya giriyor ve diğer üyelerin de katkısı ile "Handle with care" şarkısı ortaya çıkıyor. Şarkının sözlerinin ilk iki mısrasında da buna gönderme yapılmaktadır. Önceleri albümün B-kısmı için düşünülen şarkı, gerçekten çok ama çok güçlü olduğu için daha sonra grubun çıkış , albümün de açılış şarkısı olarak seçiliyor.

Şu anda fonda da dinlemekte olduğunuz şarkı, moralimin en bozuk olduğu anlarda dahi, dinlediğim zaman bana ümit ve neşe telkin eder. Özellikle George Harrison şarkıyı belli bir seviyeye kadar yükselttikten sonra, Roy Orbison'un o kadife sesiyle girip bir anda bütün gerilimi aldığı ve bulutların üstünde süzülmeye başladığı bölüm adeta insanın ruhuna masaj yapıyor.


Hepimiz biliriz ki, bir şarkının sözlerini hiç anlamasak dahi, şarkı bize öyle bir his verir, bizi kendi iç dünyamızda özel bir yerlere götürüp öyle şeyler çağrıştırır ki, o şarkıyı çok severiz. Sözleri tam olarak anlamak şart değildir yani. Ancak şarkının ritmi ve melodisi sözleriyle de örtüşüyorsa, işte o zaman tadından yenmez oluyor. Aşağıda sizle şarkının orijinal sözlerini ve buna ilaveten dilim döndüğünce yaptığım, kendimce bir Türkçe çevirisini de paylaşmak isterim.

Handle with care

Been beat up and battered 'round
Been sent up, and I've been shot down
You're the best thing that I've ever found
Handle me with care

Reputations changeable
Situations tolerable
Baby, you're adorable
Handle me with care

Roy:
I'm so tired of being lonely
I still have some love to give
Won't you show me that you really care

Koro:
Everybody's got somebody to lean on
Put your body next to mine, and dream on

I've been fobbed off, and I've been fooled
I've been robbed and ridiculed
In day care centers and night schools
Handle me with care

Been stuck in airports, terrorized
Sent to meetings, hypnotized
Overexposed, commercialized
Handle me with care

I'm so tired of being lonely
I still have some love to give
Won't you show me that you really care

Everybody's got somebody to lean on
Put your body next to mine, and dream on

I've been uptight and made a mess
But I'll clean it up myself, I guess
Oh, the sweet smell of success
Handle me with care

Nazik ol

İtildim, kakıldım, hırpalandım
Dört bir yana dağılıp, saçıldım
Ne mutlu ki sonunda sana rastladım
Bana karşı nazik ol

Şöhretler gelir geçer
Sıkıntılar çekilir biter
Bu güzelliğin beni mest eder
Bana karşı nazik ol

Roy:
Yalnız olmaktan yoruldum artık
Hala verecek biraz sevgim var
Ne olur, beni biraz umursasan

Koro:
Herkesin yaslanacabileceği birisi var şu dünyada
Sen de bana sokulup bu hayali paylaşsana

Kandırıldım,aptal yerine kondum
Dolandırıldım, alay konusu oldum
Kreşlerde, akşam okullarında savruldum
Bana karşı nazik ol

Havaalanlarında bekledim, eziyet edildim
Toplantılara gönderildim, ambale edildim
İfşa edildim, maddileştirildim
Bana karşı nazik ol

Yalnız olmaktan yoruldum artık
Hala verecek biraz sevgim var
Ne olur, beni biraz umursasan

Herkesin yaslanabileceği birisi var şu dünyada
Sen de bana sokulup bu hayali paylaşsana

Cahildim, herşeyi berbat ettim
Ama hepsini düzeltecek olan yine benim
Güzel günlerin kokusunu şimdiden alıyorum
Bana karşı nazik ol
...

Şarkının klibini http://www.youtube.com/watch?v=L8s9dmuAKvU adresinden seyretmenizi öneririm. Ayrıca arzu edenler, mp3 dosyasını benim çok sık kullandığım ve size de tavsiye edeceğim http://www.beemp3.com/ sitesinden ücretsiz olarak indirebilirler.

Şimdilik benden bu kadar. Esen kalın... Çevrenizdekilere karşı nazik olun...

6 Ocak 2011

Kısa İstanbul turu... 3. Bölüm (Son)

Nargile keyfine veda edip dışarı çıktığımızda yağmur başlamıştı. Yüz adım kadar yürüyüp Beyazıt durağından tramvaya bindik.O yağmurda yürümeyi gözümüz kesmedi açıkçası. Üç istasyon sonra Aksaray'da tramvaydan indik ve yola bu sefer yürüyerek devam ettik. İstikamet Horhor... Sıra sıra kebapçıların, ciğercilerin önünden geçip Horhor caddesine girdiğimizde yağmur da iyice hızlanmıştı. Çok şükür çıplak değildik ama adamakıllı ıslanmıştık. İki "ıslak" bir hamama yakışır deyip, ahşap işlemeli tarihi kapıdan içeri daldık...

Sofular Hamamı

Sofular Hamamı'na ilk defa, bundan beş altı yıl kadar önce sevgili dostlarım Taner ve Oral tarafından götürülmüştüm. O günden beri de fırsat buldukça giderim.

Taner ve Oral'ı anınca onlar için bir parantez açmadan geçemeyeceğim. Kendilerinden ileride bu sayfalarda çokça söz edeceğimden eminim. Oral'ın sahibi olduğu ve işlettiği "361 Roof " yazlık mekanının açılışını dört gözle bekliyorum (!)

Esas konumuza dönecek olursak, özellikle yurtdışından bir arkadaşım ya da misafirim gelmişse, böyle fırsatları hiç kaçırmam, hemen soluğu burada alırım. Kumpel Ahmet ile olan turumuzu da tamamlamak için, hele böyle soğuk bir gecede, hamamdan daha iyi bir yer düşünülemezdi doğrusu.

16. yüzyıldan kalma bir yapı olan Sofular Hamamı, tarihi yarımadaya biraz uzak kaldığı için, turistlerden ziyade yerel halka ve çevre esnafına hizmet veriyor.Bu sayede fiyatları turistik Çemberlitaş Hamamı , Cağaloğlu Hamamı gibi emsallerine göre yarı yarıya daha hesaplı. Kadınlar için ayrı bir bölümü de mevcut. Çocukken belli bir yaşa kadar annemlerle bir çok kez kadınlar hamamına gitmişliğim vardır. Tabii ki biz, annelerimiz yanımızda olmadığı için bu sefer erkekler bölümünü tercih ettik...

Girişte ortasında fıskiye bulunan geniş, iki katlı bir taşlık ve çevresinde soyunma hücreleri var. Her taraf gayet temiz ve düzenli. Ortada duran kömür sobası özellikle soğuk kış günlerinde sadece süs olmaktan çıkıp, tüm mekanı gayet güzel ısıtıyor.



İçeriye girince sizi karşılayan bıyıklı, peştemalli çıplak erkek kalabalığı ilk defa gidenleri, özellikle de yurtdışından gelenleri önce biraz korkutuyor. Bu abiler buranın kadrolu tellakları... Genelde en iyi tellakların Sivas ve Tokat yöresinden çıktığı söylenir. Bu sebeple hangisi ile konuşsanız oralardan olduğunu söyleyecektir size ama, ben buna pek de inanmıyorum doğrusu. Kadınlar kısmında çalışan kadın kesecilere ise "natır" deniyor. Bu da çocukluk yıllarımdan kalma ek bir bilgi (!)




Selamün Aleyküm ! İçeri girer girmez, gelmesi beklenen hatırlı bir müşteriymişsiniz gibi kapıda karşılanıyorsunuz önce. Hemen ayakkabılar çıkartılıp, ayaklara terlikler geçiriliyor. Size, hamam sonrası içerisinde bir müddet istirahat de edebileceğiniz bir soyunma hücresi tahsis ediliyor. Hücrenin anahtarı ile birlikte bir takım peştemal içerideki döşeğin üstüne bırakılıyor. Utangaçlıktan olsa gerek, peştemalin içine şort mayo giyenlere de rastlanır arasıra. Mahcubiyetlerinden dolayı şort giymiş olan bu arkadaşlar, içeride göbek taşında herkesin kendilerine tuhaf tuhaf bakmasından dolayı, bir kat daha fazla mahçup olurlar sonrasında. Onun için siz siz olun, hamama giderseniz öyle işlere girmeyin, adam gibi peştamalınızı giyip çıkın ortaya... Hiç yüzünüzde bir gülümseme belirmesin; açıklama yapmadan geçmeyeyim... Bu, bizzat tecrübeye değil, gözleme dayalı bir tesbittir. Öyle kıllıklarım ve utangaçlıklarım yoktur Allah'tan... Yine çocukluk anılarıma dayanarak (!) kadınların bu konuda daha fütursuz olduklarını, hatta güzelliğine güvenenlerin, bunu sergilemek maksadıyla neredeyse çırılçıplak ortalıkta gezindiklerini söyleyebilirim. Kadınların bu biribirleriyle olan mücadelelerini anlamak gerçekten güç...

Neyse, biz yine erkekler kısmına geçelim. Orası daha sakin... Tahta bir kapıyı açıp hamamın içine girdiğinizde ortada geniş bir göbek taşı ve çevresinde yirmi kadar kurna ile karşılaşıyorsunuz. Biz gittiğimizde hamam neredeyse boştu. Bizden başka sadece bir kişi daha vardı içeride. Göbek taşı üzerinde bizim için hazırlanan yaygıların üzerine uzandık, hamam taslarımızı da başımızın altına yastık yaptık. Sıcaklık hissedilir derecede yüksek. İçeride bir de daha da sıcak halvet odası var ki, oraya girmeyi benim gözüm kesmiyor. Bu şekilde onbeş yirmi dakika kadar sohbet ederken ,bir yandan kemiklerinizi ısıtıyorsunuz, bir yandan da bütün kirleriniz iyice kabarmış oluyor (!)

Hiç bitmesini istemeyeceğiniz bu güzel dakikaların ardından, varoluşun temel yasası bir kez daha işliyor... Keyifle arkadaşınızla laflarken, birden size doğru yaklaşmakta olan celladınızla gözgöze geliyorsunuz...

Burada öyle köpük şovlar filan yok. Bir elense; Küt ! kendinizi yüzüstü yerde buluyorsunuz... Bundan sonrası artık tellağın insafına kalıyor. Tırpan, boyunduruk, künde, kazık... bildiği bütün numaraları üzerinizde uyguluyor. Bir yandan da, keseyi vurdukça derinizden çıkan parmak kalınlığında kirlerin mahcubiyetiyle iyice sesiniz çıkmaz oluyor. Sessiz ve kaderine teslim olmuş bir şekilde kendinizi tellağın ellerine bırakıyorsunuz...

Yaklaşık on dakika süren bu boğuşmanın ardından, bütün kemikleriniz kütürdetilmiş, derinizden bir okka kir ve ölü katman sıyrılmış, pelte gibi gevşemiş bir halde... beş yaşında bir çocuğun şımarıklığıyla " Bi daa yap ! Bi daa yap! " demek istiyorsunuz, ama bu sefer de halsizlikten sesiniz çıkamıyor. Artık çok geç, keyfini çıkarsaydın...

Ardından bir güzel sabunlanma faslı ve hatta devamında bir de kurulanma merasiminden sonra, bir anda kendinizi o en baştaki serin taşlıkta, havlulara sarınmış ve hülyalara dalmış halde buluveriyorsunuz... Elinize bir bardak çay tutuşturuyorlar, bir de sigara... Bana ne oldu ? Ben bugüne kadar yaşıyor muydum ? Yeniden mi doğdum?... anlamaya çalışıyorsunuz...

Şu an size anlatırken bile içim geçmiş ve hemen yarın tekrar hamama gitmeye niyetlenmiş olduğum için bu huşu halinden çıkıyorum ve dünyaya dönüyorum... Sadece hamamdan faydalanmanın, kendi başınıza yıkanmanın bedeli 20 TL. Kese için tellağa 20 TL, bahşiş 10 TL , adam başı toplam 50 TL'ya çıkıyorsunuz. Aynı hizmetin, bu kalitede olacağından şüphe etmekle birlikte diğer turistik hamamlarda adam başı 100 TL civarında olduğunu söyleyebilirim.

Hamama daha erken bir saatte gelirseniz, hamam keyfinin ardından, gelirken önünden geçmiş olduğumuz kebapçılardan birine girip karnınızı doyurmak pek bir keyifli olur. Benden söylemesi...

Sanırım en keyifli kısmı bu olduğu için kısa İstanbul turumuzun bu son faslını biraz uzattık, kusurumuza bakmayın. Sofular Hamamı'nı saat onbirde, tam kapanma vaktinde terkettik. Yine Aksaray'dan tramvaya bindik. Ahmet, Sultanahmet'te indi ve oteline gitti. Eminim o gece çok iyi bir uyku çekmiştir kendisine. Ben de aynı tramvayla Karaköy'e kadar devam ederek, 11:30'daki son Kadıköy vapuruna yetiştim. Hemen kıç taraftaki yerimi aldım ve bir sigara yaktım. Mutlu bir adamdım...

SON

4 Ocak 2011

Deliler sokaklarda...

Yılbaşı gecesi kalkan balığımızla bayağı bir boğuştuktan ve saatler onikiyi geçip yeni yıla da girdikten sonra, hayat arkadaşım Sami ile birlikte Bağdat caddesine indik. Caddebostan ışıkların köşesindeki Benzin Cafe sık sık gittiğim bir yer. İçerisi tıklım tıklım dolu. Kafenin müdürü arkadaşımız "Apo" sağolsun bizi ağırladı, içkimizi de dışarıya servis ettirdi. Orada kapının önünde bir saat kadar takıldık.

Başta dışarı çıkarken, kafamda Sami'yi kısaca bir turlatıp hemen eve dönmek vardı. Sonradan ne olduysa oldu, aşka geldik, haydi bir de caddeye inelim dedik. Hal böyle olunca, ev hali mavi çizgili pijamalarımızla bir anda kendimizi caddede buluverdik...

Orada bulunduğumuz süre boyunca "Abi, bu ne hal ? " diye takılanlara hep aynı esprili cevabı vermiştim : "Bugün yılbaşı diye bizi saldılar. Gece ikiye kadar müsaademiz var, sonra yine döneceğiz tımarhaneye..." 

Şimdi resimlere bakarken düşündüm de, bizim blogun başlığı da " Zararsız bir delinin resimli hatıra defteri " değil miydi yahu ?!

İşte şimdi tasdiklenmiş oldu...

Foto by Ahmet

3 Ocak 2011

Kısa İstanbul turu... 2.Bölüm

Araya yılbaşı girdiği için, kısa İstanbul turumuzun neşriyatına bir müddet ara verdik maalesef. Kusurumuza bakmayın...

Çorlulu Ali Paşa Medresesi

Son yıllarda pek bir revaçta olan nargile keyfinin, aynı İstanbul'da olduğu gibi Almanya'da da çok rağbet gördüğünü, orada da şehrin özellikle Türklerin yaşadığı semtlerinde bir çok nargile kahvesinin açılmış olduğunu, Almanya'ya yapmış olduğum seyahatler sırasında yerinde bizzat görmüştüm. Almanya'nın Stuttgart şehrinde yaşayan sevgili dostum Ahmet de nargile keyfine çok düşkünmüş meğer.
Bunu öğrenince kendisini gerçek bir nargile salonuna, bu işin "mektebine" götürmeye karar verdim.
Böylece Şeyhmuz'dan ayrıldıktan sonra Divan Yolu ve devamında Yeniçeriler caddesi boyunca Aksaray yönünde yürümeye başladık ve iki dakika kadar sonra, Beyazıt'a varmadan sağ kolda, Bileyiciler sokağın anacadde ile birleştiği yerde bulunan Çorlulu Ali Paşa Medresesi'ne vardık...


Çorlulu Ali Paşa Medresesi'ni ilk olarak lise yıllarında keşfetmiştim. Okulu asıp asıp soluğu Sultanahmet'te alırdım. Arada sırada kız arkadaşlarımı da getirirdim ama buralarda olmaktan benim kadar zevk aldıklarını söyleyemem doğrusu. O yıllarda, bugün de hemen girişte sağda bulunan "Erenler Nargile Salonu" külliyenin içindeki tek nargileciydi. Ağır tömbeki kokusundan ve dumandan içerisinde zorlukla nefes alınırdı. Sol koridor boyunca uzanan diğer dükkanlar ise halıcı ya da hediyelik eşya mağazası olarak hizmet vermekteydi. Modaya uyarak şimdilerde hepsi birden nargileci olmuş durumda. Lakin Erenler'in yeri hala bir ayrı. Yeni dükkanlarda daha ziyade gençler ve turistler, hafif ve hoş kokulu, elma, nane, kahve aromalarıyla çeşnilendirilmiş "paşa çayı" kıvamındaki nargileleri içerken, eski müdavimler ve yaşlılar Erenler'de yine ağır ve başdöndürücü tömbeki tütününü tüttürmeye devam ediyorlar. Dışarıda herkes bir telden çalıyor; Erenler'in otobüs terminallerini andıran yüksek tavanlı salonunda ise, tedirgin bir sessizlik...


Erenler'in vitrini

Ben kendi adıma hemen girişte soldan ilk dükkanda oturmayı tercih ediyorum.Burada şark usulü küçük dar kanepelerde oturuyorsunuz.Bu sıkıfıkı oturma düzeni içinde ister istemez önünüzde, yanınızda oturan kişilerle ahbaplıklar kuruluyor. Zaman içinde, gide gele, içeri girdiğinizde sizden bir merhabayı esirgemeyen tanıdık yüzler oluyor, sohbetler gelişiyor. Öte yandan nargile içerken yanında illa bir arkadaşa da ihtiyaç duymuyor insan. Kendi başınızayken de nargileden keyif alabilir, meditatif bir dinginlik içinde marpucunuzdan fokur fokur duman çekerek kafanızı dinleyebilirsiniz.



Avluyu çevreleyen, kabaca beş altı kişinin sığabileceğı küçük göz odalarda da oturmak mümkün. Kendi adıma özellikle yaz aylarında, klimalı olduğu için bu odalarda oturmayı daha çok tercih ediyorum. Kablosuz internet ve meraklısı için LCD televizyon da mevcut.


Çalışanların hepsi güleryüzlü. Masalarda adisyon tutulmuyor; çıkarken ne yiyip içtiğinizi kendiniz söylüyorsunuz. Nargilenin ücreti 12 TL, çay kahve ucuz.
Ahmet ile birlikte kendimize birer elmalı nargile yanında da birer okkalı orta kahve söyledik. Üzerine de ikişer bol demli çay... biraz sohbet, biraz lak lak , vakti iyice akşam yaptık...


Saat dokuz buçuk gibi, giriş yolunda nargileleri tutuşturmak için meşe közlerinin sürekli canlı tutulduğu büyük mangalın yanından, yüzümüze vuran sıcaklıktan kendimizi sakınarak geçerek Çorlulu Ali Paşa'ya veda ederken, bu sefer daha da "sıcak" bir yere gidiyorduk...


Arkası yarın...                                                                                                         3.Bölüm





2 Ocak 2011

Ben de Apaçiyim

Efsanevi Apaçi reisi Geronimo (Gokhlayeh: Esneyen Adam) 16.06.1829 - 17.02.1909

Bugün günlerden Pazar. Kendime güzel bir kahvaltı tepsisi hazırladım; hava soğuk olsa da, bir kere güneşi gördük ya, hemen balkona kuruluverdim. Keyifle elime gazeteyi aldım ki Hürriyet gazetesinin bugün kullandığı manşeti görünce birden neşem kaçtı, düşüncelere daldım...

Kocaman puntolarla şu manşeti atmış Hürriyet gazetesi : “ 33 Apaçi gözaltında ... “

Sevindirici bir haber. Demek ki Türk polisi yılbaşı gecesi bile boş durmuyor, çalışıyor. Simitçi kılığında,çiçekçi kılığında, hatta Noel Baba kılığında orada o gece görev başındaymışlar ve bu toplum düşmanlarını kıskıvrak yakalamışlar. Aferin onlara...

Ama bu manşette gerçeklerle uyuşmayan, insanın zihnini meşgul eden başka birşey daha var sanki...

Hani zaman zaman ABD ya da Avrupa kaynaklı bazı haberler okuruz. Üç çocuk babası ilkokul öğretmeni meğersem sübyancıdır, son kurbanını taciz ederken yakayı ele verir. Ya da çevresinde sessiz sakin biri olarak bilinen kasabanın rahibi meğersem seri katildir, sekiz kişiyi öldürmüştür... Bütün bu haberler ilginçtir, çünkü normal bir hayatı , normal tercihleri olan insanlar, gizli iç dünyalarında birer canavar beslemişlerdir ve canavar ortaya çıkmıştır. “Dr. Jekil ve Mr. Hayd” hikayesi yani...

Gelelim bizim Taksim canavarlarına... Bu “canavarlar” normal hayatta saygın bir meslekleri olan,çevrelerinden saygı ve sevgi gören insanlardır da aslında, içlerindeki canavara gem vuramadıkları için mi Taksim’de alıyorlardır soluğu... her yılbaşı akşamı?

Otuzüç tanesi yakalanmış. Paçayı sıyırmayı başaran şanslı canavarlar, Pazartesi günü sizler gibi , ben gibi sabah 9:00’daki mesailerine mi başlayacaklardır çalıştıkları işyerlerinde?..Bu canavarlar yılbaşı kutlamalarında “Apaçi” gibi gözükürler de gözümüze, normal hayatlarında soluk benizli midirler acaba ?

Hiç sanmıyorum...

“Severken kardeş mi olduk ?” diye güzel bir deyiş vardır hani... “Türk Malı” isimli diziye reyting rekorları kırdırırken, Recep İvedik karakterini “Yüz Büyük Türk” arasına sokup, milyonlarca Lira gişe hasılatı yaptırırken, Kurtlar Vadisi “fenomenini” yaratırken... medya tarafından “Türk halkı tercihini yaptı “ nidalarıyla el üstünde tutulan bu canavarlar, neden şimdi aynı medya tarafından “Apaçi” ilan edilmişlerdir ?

Bu hikayede asıl kurban acaba kimdir ? Yılbaşı gecesi Taksim meydanında kıçına pandik yiyenler midir, yoksa daha dünyaya geldiği gün kıçına parmağı yemiş olanlar mıdır ?

Bu ülkenin ne güzel bir eğitim politikası var halbuki, parasız devlet okulları, parasız üniversiteleri var (!) değil mi ? Hem de elli yıldır var (!) ... Heee! Sen dersen ki “Benim param var, ben çocuğumu özel okullarda okuturum”.. o ayrı bir hikaye, o da var... (!)

Neyse bunlara boşverelim, bunlar uzun hikaye.Hürriyet seni kınıyorum! En büyük ayıbı Geronimo’ya ettin. Sırf bu yüzden işte,bundan böyle ben de Apaçiyim ...