rasin örsan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
rasin örsan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Eylül 2012

İlle de Bakırköy


Bu seneki yıllık iznimi İstanbul sınırları içinde geçirme kararı aldım. Güneyde bir tatil beldesine ya da yurtdışına gitmek için hem kafaca hem de maddi olarak durumum yok açıkçası, ne yalan söyliym. Normal zamanlarda  eziyetini, çilesini çektiğimiz İstanbul'un biraz da keyfini sürelim. Bir kaç müze ziyareti, adalara bir kaç günübirlik sefer, tarihi yarımadada biraz turlamak yeter de artar bile. Al sana en kral tatil... 
Havanın güzel olduğu günlerde denize girme imkanını da Fenerbahçe sahilinde buluyorum. Kime desem inanmıyor ama, inanın özellikle havanın poyraz olduğu günlerde deniz o kadar temiz oluyor ki, bana sorarsan bir Bodrum'dan bir Çeşme'den farkı yok. İnanmayana denemesi bedava...
Belediye tarafından işletilen Caddebostan Plajı çok kalabalık, curcuna ve biraz netameli bir yer olduğundan ben şahsen tercih etmiyorum. Sahil şeridinin Fenerbahçe ucu ise daha sakin. Arkadaki çimenliklerde uzanmak, tembellik edip kitap okumak; ön taraftaki taşlıkta ise hem güneşlenip hem de denize girmek gayet keyifli oluyor.
Sahilin bu kesiminin kadınlı erkekli kalabalık bir de müdavim grubu var. Toplumun her kesiminden farklı farklı insanlar senelerdir gide gele birbiriyle kaynaşmış; bir dayanışma, bir muhabbet ortamı oluşmuş ki, sormayın gitsin. Sofralar kuruluyor, yiyecekler paylaşılıyor, karşılıklı ince ince takılmalar, espriler havada uçuyor. Aralarında halli vakitli olanları da var, mutevazi emekli maaşıyla geçineni de; profesörü de var, okumamışı da. Sıkıntı yok, herkes kardeş... 
Benim gibi tek gezen mi istersin, çocuklu çift mi; bekar mı dul mu;  mimar mı işsiz mi; kalantor mu, memur mu; eski bitirim mi, üniversite hocası mı; emekli mi, esnaf mı? Hepsi bir arada.  Öyle arada sırada beliren hergele kopuk tipleri de aralarına almıyor, bir şekilde hissettirip uzaklaştırıyorlar. Bu şekilde, sahilde genelde sürmekte olan şen şakrak ve samimi ortam korunmuş oluyor. Ha, arada bir hır gür çıktığı olmuyor mu oluyor, ama o da usulünce tatlıya bağlanıyor. 
Sağolsunlar teveccüh gösterdiler beni de aralarına kabul ettiler; sohbet gırgır, ben de  ne zaman gitsem çok hoş vakit geçiriyorum Fenerbahçe sahilinde. Hep söylüyorum, söylerken de dilimi ısırıyorum, Kadıköy semtinde yaşamak gerçekten büyük ayrıcalık...   
Allah ayrı koymasın, şükür Kadıköy'ün keyfini sürüyoruz da, bir yandan da her daim aklımın bir köşesinde,  otuz yılımı geçirdiğim eski Bakırköy yer etmeye, beni  romantik bir nostalji duygusunun içine çekmeye devam ediyor. Geçenlerde bilerek yolumu düşürdüm; Bakırköy'ün içinden, Ebuzziya Caddesi boyunca sahildeki deniz otobüsü iskelesine kadar yürüdüm. İnanın ruhum karardı, içimi afaganlar bastı. Çocukluğumun Bakırköy'ünden geriye, o eski günleri hatırlatacak yegane yapılar olarak kala kala karşılıklı duran Ermeni ve Rum kiliseleri ile Dadyan Ortaokulu kalmış sadece. Buna şükür, bakarsın onları da kaldırırlar bir gün.
Ebuzziya caddesi üzerindeki Dadyan Ermeni orta okulu.
Kocaman bir köy diyeceğim, köy demeye dilim varmıyor; köyün bir güzelliği, kendince bir yerleşim planı, düzeni vardır. Bakırköy'de tüm bunlar hak getire. İnsan ayrımcılığı yapmak kimseyi hakir görmek değil niyetim ama, hani bayağılıktan ölmek diye bir şey varsa, yakında Bakırköy'de toplu halde ölümler görülmeye başlayabilir; benden söylemesi. Halen Bakırköy'de oturmakta olan dostlarım da bu sözlerime gönül koymasın lütfen. Hoş, onların neyi kasttetiğimi çok iyi bildiklerinden ve benden daha dertli olduklarından şüphem yok ya, biz yine de belirtelim de zülfü yare dokunmayalım.
En güzel binaları da yapsan, en güzel dükkanları da açsan, bir kez içindeki insan nüvesi bozulunca o muhitten o semtten kimseye hayır gelmiyor. Diyeceksiniz Kadıköy'de yok mu o dediğinden. Olmaz mı, çık Bağdat caddesine gırla. Burada da farklı türlüsü... İnsan insana düşman gibi bakıyor; malını mülkünü teşhir etmekten, doyumsuzca herşeye sahip olma hırsından, kendi reklamını yapmaktan, sanırsın ki millet ölüyor.
Neyse bunlar derin konular... Türkiye nereden nerelere geldi, meçhul ve ürkütücü bir geleceğe doğru da freni patlamış kamyon gibi nasıl bodoslama gidiyor, herkesçe malum. Biz yine deliliğe vurup nostaljiye sığınalım, şimdi tutup da burada siyaset yapmayalım.
Bilgisayarın başına oturunca lafın ucu  nerelere gitti... Gelin biz bu yazıyı yine Fenerbahçe sahiline, oradan da eski Bakırköy'den neşeli bir anıya bağlayalım.
Fenerbahçe sahilinde tanışıp sohbet ettiğim mümtaz kişilerden biri de Aykut Bey. Köpeği Panço ile birlikte geliyor sahile. Futbol takımı antrenörlüğünden, havaalanında kontrol kulesi memurluğuna kadar yapmadığı iş kalmamış. Kendisi 1936 Bakırköy doğumlu. Benim kitaplardan okuyarak hakkında bilgi sahibi olduğum eski Bakırköy'ün canlı şahidi. Bakırköy'ün eski halini, ünlü  mekanlarını, balıkçılarını, adıyla özdeşleşmiş akıl hastanesini ve delilerini, kendi  yaşadıklarından anlatıyor. Yeme de yanında yat yani...

Konu, geçenlerde yaşanan Afyon'daki elim cephanelik kazasından açıldı. Bilenler bilir, Bakırköy eski zamanlarda şimdiki Ataköy sınırları içinde yer alan Baruthane tesisleri ve cephane depolarıyla meşhurmuş. Halen Bakırköy'deki Fişekhane caddesinin de ismi buradan gelmektedir. Benim yine kitaplardan öğrenebildiğim kadarıyla o zamanlar bugün Afyon'da yaşanan benzeri kazalar sıkça yaşanır, "Gümmmm!" diye bir ses duyulunca halk sokaklara dökülür, "Eyvah, yine patladı baruthane." diye ağlaşmaya başlarmış. Hatta ve hatta 30 Ağustos 1924 günü meydana gelen bir patlama sonucu şehit olan 17 askerin anısına dikilen anıt, bugün Bakırköy meydanındaki eski mezarlık içinde halen durmakta ve mezarlığın yanındaki dar sokaktan  geçerken görülebilmektedir.   
Bakırköy mezarlığındaki Baruthane şehitliği ( Sayın Rasin Örsan'ın Kaybolan Bakırköy kitabından)
Aykut Bey, Bakırköy baruthanesinde yaşanan bu gibi bir kaç patlamayı çocukluk yıllarından hatırlıyor.

Yine kendi çocukluğundan anlattığı bu sefer neşeli bir anıyı burada sizlerle de paylaşmak isterim.
Ellili yılların Bakırköy'ü. O zamanın posta teşkilatı, acil posta servisi diye bir proje ortaya atıyor. Acil postalar Ankara'dan İstanbul'a helikopter ile taşınacak. Dağıtım merkezi olarak Bakırköy tayin edilmiş, Ankara'dan helikopterle gelen postalar tüm İstanbul'a buradan dağıtılacak. Helikopterin iniş alanı olarak Ermeni kilisesinin arkasındaki arsa belirlenmiş, buraya kocaman bir daire, üzerine de bir takım işaretler filan çizilmiş; helikopter gelince bu işaretleri görüp iniş yapacak. O yıllarda Bakırköy'ün futbol takımı Barutgücü'nün maçlarında yan hakemlik yapan postane memuru Muhittin Bey'e de bir görev verilmiş. Demişler ki yan hakem bayraklarını al gel, helikopter yaklaşınca sen elinde bayraklarla işaret edip ona ineceği yeri göstereceksin. Başta da dediğim gibi ellili yıllar. Bakırköy ahalisinin çoğu hayatında helikopter görmemiş, bırakın görmeyi adını ilk kez duyanlar var. Herkeste bir heyecan, büyük gün geliyor, ahali meydanda toplanmış helikopteri bekliyor... Neyse, helikopter uzaktan görünmüş, pata pata sesler çıkararak geliyor, Muhittin Bey iki elinde iki kırmızı bayrak ortaya çıkmış, onları sallamaya, helikoptere işaret vermeye başlamış. Helikopter, alanın üstünde daireler çiziyor ancak bir türlü inmiyor. Ortalık çıkan rüzgarla toz duman. Ahali sesten ve rüzgardan korkup kaçışıyor, alan iyice açılıyor; gelgelelim helikopter bir türlü iniş yapmıyor, uzun süre havada daireler çizdikten sonra uzaklaşıp gözden kayboluyor... Herkeste bir şaşkınlık, hevesler kursakta kalmış, işin aslı ertesi gün anlaşılıyor. Meğersem helikopter havacılık lisanında çaprazlama sallanan iki kırmızı bayrak " Sakın iniş yapma, burası inişe müsait değil ! " anlamına geliyormuş. Bunu gören helikopter pilotu da tereddüttte kalıp uzun süre daireler çizdikten sonra pistin müsait olmadığına karar vermiş, çareyi oradan uzaklaşmakta bulmuş.
Aykut Bey'de daha ne anılar var... Almanlar tarafından kurulan Vita yağ fabrikasının dev kazanlarının montajı için gelen ve kiralık bir ev tutup uzunca süre Bakırköy'de kalan beş Alman mühendis ve bu mühendislerden birinin mahallenin kızlarından birine aşık olması...
İkinci cihan harbi sırasında Alman uçaklarından kaçarak Yeşilköy'e zorunlu iniş yapan İngiliz pilotlar. O yıllarda tüm şehirde ve tabi Bakırköy'de akşamları karartma var. İngiliz pilotlar ellerindeki haritalardan bu civarda bir pist olduğunu biliyorlar ama her taraf zifir karanlık, görmek mümkün değil. Pilotlar pist gözüksin diye aşağı işaret fişekleri atıyorlar. Sen misin işaret fişeği atan, bizim asker bunları bomba sanıyor, başlıyor uçaksavar ateşi. Tüm Bakırköy ve Yeşilköy halkı ayakta, Allah! savaşa mı girdik ?! Uçaklar güç bela da olsa iniyor, ama hikayenin devamı çok ilginç...
Neyse, inşallah Aykut Bey'in ağzından daha bir çok anıyı ileride burada nakletmeyi arzu ediyorum. Şimdilik sözü daha fazla uzatmayalım, bu  bir parça tebessümle size veda edelim. Esen kalın...
Tolga Al  18.09.2012 Erenköy  

12 Haziran 2011

Mazideki Bakırköy...

Çocukluk yıllarımın Bakırköy'ünü hep özlemle hatırlarım. Ben henüz sekiz aylıkken yerleşmişiz Bakırköy'e. Ayakkabı esnafı olan babamın o yıllarda çalıştığı dükkan Bakırköy çarşısında, postane binasının hemen karşı köşesindeymiş. Bakırköy'ün sahil tarafında Zeytinlik Mahallesi Pancar sokakta bulunan evimizden , o yıllarda Vita yağ fabrikasının bulunduğu arka yolu kullanarak, önünde bebek arabası ve içinde benle birlikte babama giderken yol o kadar  ıssız olurmuş ki, "Korkudan hızlı hızlı yürümek zorunda kalırdım..." diye anlatır hep annem.
Kennedy caddesi olarak bilinen sahilyolunun henüz olmadığı yıllara yetişemedim. Ancak sahildeki Meriç ve Sohbet çaybahçelerini,Viyana Lokantası'nı, langırt salonlarını ve büyük atlıkarıncayı, çarşıda içinde bir de saat tamircisi barındıran meşhur turşucu Şükrü'yü, Sayanora Sineması'nı,Yeşilköy'e dondurma yemeye gidip fayton ile dönüşlerimizi hatırlıyorum. Ömrümün en güzel dönemini geçirdiğim Ataköy Deniz Kulübü'nden ise sizlere "Kulüp" isimli yazımda bahsetmiştim.  
  
Gelin görün ki, hiç yaşamamış olsam da Bakırköy'ün daha da eski dönemlerini, 40'lı 50'li 60'lı yıllardaki halini de her daim  müthiş bir özlemle anar, daha doğrusu hayalini kurarım. Nasıl kurmayayım ki... Bir semt düşünün ki, hemen denizin kenarına kurulmuş,ortasından tren yolu geçiyor ve dört bir yanı koruluk, ağaçlık. Daha ne ister insan?...


Her ne kadar yaşamamış olsam da, Bakırköy'ün namlı balıkçıları Dikran Reis ve Şahin Reis'in hikayelerini, Atatürk'ün kızkardeşine ev bakmak için Bakırköy'e gelişini, hatboyundaki ünlü Bulgar dondurmacıyı, Gençler caddesinin isminin nereden geldiğini ve türlü türlü daha bir çok hatırayı Sn. Rasin Örsan'ın "Kaybolan Bakırköy", Sn. Turgay Tuna'nın " Biz zamanlar Bakırköy" ve Sn. Selçuk Erez'in " Makriköy'e dönüş" kitaplarından okuyup, hafızama nakşettim.

Yine geçenlerde kıymetli "hemşerim" Sn. Zeynep Erkut'un Bakırköy Zeytinlik mahallesinde geçen çocukluk yıllarını ve o yılların Bakırköy'ünü anlattığı bir yazısını, büyük bir zevkle ve hiç bitmemesini dileyerek okudum. Akabinde Facebook sayesinde kendisiyle irtibata geçerek, öncelikle hürmetlerimi sundum ve bu keyifli yazıyı sizlerle burada paylaşmak için iznini istedim. Son derece saygıdeğer ve mütevazı bir hanımefendi olan Zeynep Hanım, bundan büyük mutluluk duyacağını belirtti. Kendisine huzurlarınızda bir kez daha saygılarımı ve teşekkürlerimi sunarak, bu keyifli yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Son söz olarak şunu söylemek isterim. Aslına bakacak olursanız Bakırköy'ü benim için bu kadar özel kılan şey, kendi adıma Bakırköy'de büyümüş olmaktan öte bir şey değil. Maziye baktığınızda İstanbul'un bütün semtlerinin, Fatih'in , Kadıköy'ün, Galata'nın, Üsküdar'ın, Beşiktaş'ın da aynı güzel hatıralarla, aynı güzelliklerle, aynı güzel insanlarla dolu olduğundan şüphe yok. Geçen senelerle birlikte yitirilmiş olan sadece eski güzel yalılar, yollar, ağaçlar  değil de asıl insanı insan yapan değerler sanırım.

Doksan iki yaşında vefat eden rahmetli haminnem, bilmeyenler için açıklamak gerekirse annemin anneannesi, "Binayla zina arttığı vakit kıyamet vakti yaklaşmıştır" dermiş hep. Artan bunca nüfusu ve günümüzde yaşanan bunca ahlaksızlığı gördükçe düşünmeden edemiyor insan. Acaba o gün geldi mi dersiniz ?...       

Esen kalın efendim...

--------------------------------

ZEYTİNLİK MAHALLESİ BİR MASAL MIYDI ?
Zeynep Erkut

Kabristan’da sessizlik hakimdi...İçimden herhangi bir işaret için babamın mezarının başucundaki ağaca seslendim ve ağacın tam da o anda tüm yapraklarını Bakırköy’den geçip giden ve bir daha rastlanamayacak olan eşsiz insanlar ve güzellikler gibi hızla döktüğünü, ardından da rüzgarın onları sağa sola savurduğunu farkettim...

Belleğimde doğruluğundan hiçbir zaman emin olamayacağım,sevgili annemin kucağında koyu yeşil’e boyalı bir demir kapıdan türlü ağaçlar ve çiçekler içindeki kocaman bir bahçeye girişimiz ve ufuk çizgisinde kaybolmakta olan kızıllıkla başlıyor Bakırköy’e doğuşum. Dedeciğimin, yani İstiklal savaşı muhariplerinden, yeni cumhuriyetin değerli müsteşarlarından, İETT Genel Müdürü Kadri Musluoğlu’nun emeklilik ikramiyesi ile almış olduğu Bay Parisi’nin yalısında tüm ailemle geçen rüya gibi çocukluk anılarım...Mormenekşe Sokak No. 9 ve Ömer Naci Sokak No.110’un kesiştigi köşe, iki katlı evimizi çevreleyen o çok büyük bahçe ve leylak ağaçları ile kaplı deniz üstü bölümü, upuzun iskelesi, kayıkhanesi ile tüm mahallelinin sıra ile kullandığı hamamı hep bu yalıya ve çocukluk anılarımın ince ince işlenerek hızla tırmanılmış katlarına aittir. Önce komşuların sonra eşin dostun ihtiyacını karşılayan Ihlamur ve Çam ağaçlarının yanısıra tadlarına doyulmayan can erik, nar, eşsiz incir, ceviz, vişne, üzüm, reçellik mürdüm eriği,kara dut, beyaz dut ve şamfıstığı ağaçları çifter çifterdi.Çam ağaçlarının iri ve sağlam gövdelerinin arasında ise ya kalın bir daldan sarkıtılmış ya da sıkıca o sağlam bedene sarılmış bir salıncak olurdu. Ortadaki havuz toprakla doldurulmuş, içine yediveren gülleri, gece sefaları ekilmişti. Binanın girişinin iki tarafında mis gibi Hanımeli ağaçları ve iri,iri Margaritler...

Denizden bakınca sol yalı komşumuz bugün hepsi rahmetli olan Alişan Beyler ve kardeşleri Suat teyze ile kızları Üge ve Sevgi ablalar...ve Alişan Bey’in oğulları Ercan ve Erdoğan ağabeyler...Şişman Erdoğan diye anılırdı. Bana yemek yedirebilmek için onunla korkuttuklarını hatırlarım.Daha ileriki yıllarda onu tüm heybetiyle bazı Türk filmlerinde görüp birden artık beni güldürdüğünü farketmiştim. Rivayete göre dedemler bu yalıya ilk taşındıkları günlerde Alişan beyler bahçeye gelerek dua etmiş ve nedense artık komşuları bir Müslüman oldu diye Tanrı’ya teşekkür etmişlerdi.Penceremden sevgili Suat teyzenin bir yandan sigarasını, kahvesini içerek mis gibi çamaşırları bahçelerine asışını izlerdim. Uzun yıllar aileden öte dostlarımızdı onlar...

Ömer Naci Sokak’ın denizle birleştiği çıkmaz noktada, yani hemen önümüzde tüm mahallelinin her boy, her renk ama mutlaka ahşap teknelerini bıraktığı bir kayıkhane vardı. Yani orası bir çıkmaz sokak değil de herkes için denize açılan bir kapıydı. Mormenekşe Sokak No.7’de ise halen birlikte olduğumuz canım dostum Deniz ile tüm çocukluğumuzu ve gençliğimizi paylaştığımız ve bahçemize sonradan yapılmış olan, uzun balkonlu ev vardı . Eski Bakırköylüler belki bugün bile hala o iki küçük kızın silüetini balkonun bir köşesinde otururken hayalen canlandırabilir .O evde Fatma ve Şahap Özmen; adeta anne , baba yarılarım. Fatma teyze yani Deniz’in annesi taa o yıllarda teknesine binerek tek başına koskoca sinaritler tutan dünyalar güzeli genç bir hanımdı. Herkesin hiç değilse bir kayığı vardır diye düşündüğümüz yıllardı ve bizler azları o güzelim ahşap teknelere binip bugünkü Ataköy’ün sahilindeki ıssız kumsala gider, pırıl pırıl ışıldayan turkuvaz denize girer, dibinden deniz minareleri toplardık. İlk yüzme derslerimizi orada almıştık. İlk defa balığa o teknelerle çıkmıştık. Rahmetli babamın dokuz küfeli bir tonuzu vardı ve aşağı yukarı her gün bu küfelerden mutlaka konu, komşu ile paylaşılacak sekiz,dokuz ıstakoz çekerdik . Bolca da karides çıkardı hem yemelik, hem de yemlik.Tonozun kerterizi sağda bez fabrikasının bacası ile önündeki top ağaç solda ise Miltiyadi gazinosu ile arkasındaki yüksek binanın üstüste gelmesi ile sağlanırdı.

Mormenekşe sokak No.5’in üst katında eski Emniyet Sandığı genel müdürü, beyfendiler beyfendisi rahmetli Halim Umay ve eşi rahmetli Melahat Umay . Melahat teyze mahallemizin bol kahkahalı , şık, titiz ve kültürlü hanımlarından biri idi. İlk evliliğinden olan oğlu Melih Yıldızlar çok gençken çalışmaya başladığı, hem teyzemin;hem dayımın hem de benim yıllarla çalıştığımız Unilever’de (yani Vita Fabrikası’nın bağlı olduğu şirket) kıdemlenerek en üst uluslararası yetkililerden biri olmuştu. Üge abla ile Melih Ağabey Romeo ve Juliyet’e taş çıkartacak bir aşka tutulduklarında bizim sağımız ve solumuzdaki yalıların gençleriydi. Evlerinden çıkıp, buluşmak için beni baruthane çayırlarında gezdirmeyi bahane ederlerdi.Şarkıları da hala içimi titreten Nat King Cole’un “Too Young”ıydı. Aynı evin alt katında ise bugün ailecek rahmetli olan dostlarımız sevgili Remziye teyze ve Deniz Kuvvetlerinin yıldızı olan, çok erken kaybettiğimiz eşi Nurettin Yıldızlar ve oğulları, yakın arkadaşlarımdan son yıllarda aniden öbür dünyaya göç eden, her türlü el becerisinde üstad Selçuk vardı.

Ömer Naci Sokağın karaya doğru devamında bize göre sağ köşede bahçesi kalın tel çitle çevrili, hanımeli kokulu Bolton’ların evi.Yakın zamanda onbeş gün ara ile rahmetli olan sevgili İzmaro(İzmarağda) teyze ve kocası hipodromun mühendislerinden Suha Ali Bolton, çocukları İdil ve Sevil. İzmaro teyze belleğimin en renkli kişiliklerinden biri. Her zaman rengarenk çiçekli elbiseleri, canlı ve sevgi dolu komşuluğu ile bana paskalyalarda yumurta tokuşturmayı ilk öğreten ve Rumca’yı hepimize sevdiren hayat dolu bir kadın. Derken onların bahçesinin Ebuziya köşesinde babaları Ali Suat Bolton ve bahçedeki yerinden hiç kıpırdamayan üstü ahşap arabası. Boltonların evinin Ömer Naci sokaktaki yan komşusu ise Yeşilköy hava limanındaki görevi nedeni ile nam-ı diğer Kule Mustafa ve ailesi...

Ömer Naci sokağın bize göre sol tarafında ise köşeden itibaren bugün yerinde yerler esen güzelim Akaretler evleri. İlk evde Suha Bey ve camından sürekli etrafı gözleyen annesi Madam Sara. Yan komşuları babası omuzları bol yıldızlı bir asker ailesi ve çocukları ; o zamanlar niye birden yok olduğunu anlayamadığımız Tanju ve bugün kimbilir nerelerde olan kardeşi Gökhan. Onların üst katında balkonları Mor Menekşe sokağa bakan en değerli yaşlılarımız , İstiklal Savaşı gazisi Vehbi-Saibe Tümay ve son yıllarda vefat eden kızları Beraat , Nezahat teyzeler. Herikisi de o devirlerde çalışma hayatında olan başarılı memureler. Onların yanındaki dairede gerçek bir beyefendi Sumerbank Bez Fabrikası üst düzey yetkililerinden Abdullah Erem ve zamanının en “varda kosta” kadınlarından neşe kaynağımız eşi Güher Erem ve oğulları yakışıklı akadaşımız, hatta ağabeyimiz Kadir Erk Erem. Eremlerin alt katındaki bölümde ise Çakılcıyan ailesi ve can arkadaşlarımız yakışıklı Varujan ve Agop biraderler.Bugün bile Varujanı omzunda motoru evden çıkıp yavaş yavaş teknesine doğru sokağı katederken çok net hayal edebilirim. Üst katlardan birinde Nesim Pinhas ve ailesi , kızları herkesle ahbap, iyi yüzücü Lelet abla ve oğulları rahmetli Erol ağabey.

Ebuziya Caddesinin denizle birleşen ucunda ise, ahşap bölümünün tahta ayakları deniz’e çakılı bir veranda gibi duran ve bütün Bakırköy’lülerin anılarının en müstesna köşesini, hoş bir anason kokusu ile süsleyen meşhur Viyana Gazinosu ve güler yüzü ile sevecen tavrı hiç eksik olmayan Nafi Bey ile şef garsonu Todori. Bu gazino mahallenin ve hatta Bakırköy’ün erkek çocuklarının sünnet düğünlerinin şarkıyla mizah üstadı Celal Şahin’in akordeonu eşliğinde yapıldığı bir lokal olmakla da ün salmıştı. Haftada en az iki gün anne babalarımızın kadeh tokuşturduğu bu güzelim mekanda yediğimiz balıklar, şiş köfteler hala hatırladıkça ağzımızı sulandıran tadların damağımıza yerleşmiş en seçkin bölümünde yer alır.

Viyana Gazinosunu arkanıza alıp Ebuziya Caddesinde ilerlediğinizde o zamanlar çevrede tek olan köşe bakkal Mösyö Ligor’a kadar hala Zeytinlik Mahallesiydi. Asık suratlı Mösyö Ligor gizli, gizli ilk Tom Miks, Teksas dergilerimizi aldığımız minicik ama aradığınız herşey bulunan , karmakarışık bakkalımızın sahibiydi. Kağıt kaplı teneke kutularda katkı malzemesiz Arı marka çok leziz tuzlu krakerler, Mabel çiklet, Golden çukulata ve diğerleri... Türkiye’nin yüzkarası 6-7 Eylül olaylarında mahallelinin Ligor’u ve diğer gayrımüslim komşularımızı nasıl cansiperane koruduğunu o geceyi dehşet içinde yaşamış olanlardan defalarca dinlemişizdir.

Viyana Gazinosunun sağında yukarıya doğru , daha sonra yıkılıp Bakır Apartmanı adını alan, dayımın sevgili arkadaşı, günümüzün tanınmış ressamlarından Muhsin Kut’un ailesinin evi, onların karşısında gene çok şık bir bahçe içinde çekik gözleri nedeni ile Tatar güzeli denen, Bilge abla ve ailesinin yaşadığı ev. Ressam Muhsin Kut’un evinin hemen sağında sonraları rahmetli Adil Peküstün tarafından çok şık bir apartman olarak inşa edilen Beyaz Yalı. Geçen yıl kaybettiğimiz Süheyla Saltukoğlu ile oğulları Ateş ve elektronik haberleşme yoluyla hala görüşebildiğimTuğrul hem Beyaz Yalı’da hem de Bakır Apartmanında oturmuş olan şanslılardandı. Bakır Apartmanında aynı zamanda teyzemin ilk evliliğinden akrabalarımız olan Saibe Uras hanımefendi, akordeonuyla bizlere hoşça vakit geçirten oğlu yakışıklı Faruk Uras ve onun kızı sevgili Ayşe abla otururdu. Onların sol yanında ise sarı uzun saçlarını Birigitte Bardot gibi önüne düşüren bisikletli Alev ve yaramazların kralı olan kardeşi ilkokuldan sınıf arkadaşım Mehmet’in oturduğu dar, üç katlı ve demir kapılı ev.

Yüzümüzü deniz’e dönerek bizim yalının en sağ tarafına geçecek olursak Mormenekşe sokağın sonunda denize çıkıntı yapan burnun üzerinde, daha sonraları Baruthane’ye koruma sağlayan askeri karakol olarak kullanılan Novotni’nin köşkü ve şimdilerde Ataköy’ün kapladığı alan olan Baruthane tarlaları, çeşitli ağaçlar ve Osmanlı’nın Baruthane yapıları vardı. Canımız ebegümeci çektiğinde elimizde sepetler o tarlalardan ebemeci toplardık ve evlerimizde kuru bamya ile pişirilirdi. Kar yağdığında ise tüm komşuların evlerindeki tahta merdivenleri çıkarıp o tarlalarda kayak kayarak bizleri karşıladığı ve hepimizi bindirerek kaydırdığı günleri hatırlarız hala. O karlı günlerde sokaklarımızdan bir otomobil geçse izi hemen görülürdü ve zaten tüm Bakırköy’deki özel otomobil sayısı ancak 10-15’di.

Mahallemizde komşuluk kocaman bir aile demek olduğundan evlerde pişen güzel yemeklerin herkese gönderilmesinin yanısıra arada sırada bizim bahçede düzenlenen yemek yarışmalarında yemekleri yiyip değerlendirmek olağan faaliyetlerdendi. Kiraz ağacı çiçeklenmeden alınan odun, kömürün en iyisi ve en ucuzunu herkes birbirine haber verir, ve geldiğinde kömürlüklere indirilmesine hep beraber nezaret edilirdi. Çiçeklenme mevsimi geldiğinde bahçemizdeki Ihlamur ağaçlarının altına bembeyaz çarşaflar serilir ve kurutulmak üzere ıhlamurlar silkelenirdi.Tüm mahallenin kışlık ıhlamur ihtiyacı karşılandığı gibi çok uzaktaki eşe, dosta da ulaştırılırdı.

Hele bayramlar gerçek bayram olur ve bizlere çil çil paralar ile mendiller demek olan, komşular arası müthiş bir kutlama trafiği başlardı. Benden gizli gizli kesilen kurbanlar’dan yapılan kavurmalar , Beyoğlu’na inilerek Hacı Bekir’den alınmış akide şekerleri, lokumlar ve çeşitli likörler paylaşılırdı. Biz çocuklar her evde birşeyleri afiyetle mideye indirdiğimizden günün sonunda mide fesadına uğrardık.Yaşadığımız çevre zaten doğal bir lunapark olduğundan sanırım ayrıca lunapark’a gitmeye hiç ihtiyaç duymazdık.

Mahallenin çocuklarından birine bisiklet alındığında sanki diğerlerine de alınması şartmış gibi çil çil bir sürü bisikletin yollara dökülmesi kaçınılmazdı. Bazı akşamlar yemekler birlikte yenir ve çocuklara gün doğardı. Gündüzleri bahçede köşe kapmaca, saklambaç, üç taş, kuka ve “bizden size kim düşe” oynamaktan yorgun düşmüş bedenler bu buluşmalarda yeniden canlanır ve birlikteliğin tadını çıkarırdı.

Meğer biz o yıllarda gerçekten eşi bulunmaz bir sevgi yumağı içinde ,terbiye, görgü, bilgi ve güzel bir Türkçe ile donanarak büyütüldüğümüzün farkında olmadan, denizimizin, yeşilliğimizin, ağaçlarımızın, çiçeklerimizin, temiz havamızın ve korna sesiyle bozulmayan sessizliğimizin hep öyle kalacağını sanarak, tasasız bir gençliğe doğru yelken açarmışız...Bugün kaybettiğimiz Bakırköy’ün ve Istanbul’un ardından özlemle bakarken ancak o günleri yaşayanların burunları sızlayarak “bu mahalle bir masal değildi” diyebileceklerini biliyor ve hissediyorum...