ataköy deniz kulübü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ataköy deniz kulübü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Eylül 2012

İlle de Bakırköy


Bu seneki yıllık iznimi İstanbul sınırları içinde geçirme kararı aldım. Güneyde bir tatil beldesine ya da yurtdışına gitmek için hem kafaca hem de maddi olarak durumum yok açıkçası, ne yalan söyliym. Normal zamanlarda  eziyetini, çilesini çektiğimiz İstanbul'un biraz da keyfini sürelim. Bir kaç müze ziyareti, adalara bir kaç günübirlik sefer, tarihi yarımadada biraz turlamak yeter de artar bile. Al sana en kral tatil... 
Havanın güzel olduğu günlerde denize girme imkanını da Fenerbahçe sahilinde buluyorum. Kime desem inanmıyor ama, inanın özellikle havanın poyraz olduğu günlerde deniz o kadar temiz oluyor ki, bana sorarsan bir Bodrum'dan bir Çeşme'den farkı yok. İnanmayana denemesi bedava...
Belediye tarafından işletilen Caddebostan Plajı çok kalabalık, curcuna ve biraz netameli bir yer olduğundan ben şahsen tercih etmiyorum. Sahil şeridinin Fenerbahçe ucu ise daha sakin. Arkadaki çimenliklerde uzanmak, tembellik edip kitap okumak; ön taraftaki taşlıkta ise hem güneşlenip hem de denize girmek gayet keyifli oluyor.
Sahilin bu kesiminin kadınlı erkekli kalabalık bir de müdavim grubu var. Toplumun her kesiminden farklı farklı insanlar senelerdir gide gele birbiriyle kaynaşmış; bir dayanışma, bir muhabbet ortamı oluşmuş ki, sormayın gitsin. Sofralar kuruluyor, yiyecekler paylaşılıyor, karşılıklı ince ince takılmalar, espriler havada uçuyor. Aralarında halli vakitli olanları da var, mutevazi emekli maaşıyla geçineni de; profesörü de var, okumamışı da. Sıkıntı yok, herkes kardeş... 
Benim gibi tek gezen mi istersin, çocuklu çift mi; bekar mı dul mu;  mimar mı işsiz mi; kalantor mu, memur mu; eski bitirim mi, üniversite hocası mı; emekli mi, esnaf mı? Hepsi bir arada.  Öyle arada sırada beliren hergele kopuk tipleri de aralarına almıyor, bir şekilde hissettirip uzaklaştırıyorlar. Bu şekilde, sahilde genelde sürmekte olan şen şakrak ve samimi ortam korunmuş oluyor. Ha, arada bir hır gür çıktığı olmuyor mu oluyor, ama o da usulünce tatlıya bağlanıyor. 
Sağolsunlar teveccüh gösterdiler beni de aralarına kabul ettiler; sohbet gırgır, ben de  ne zaman gitsem çok hoş vakit geçiriyorum Fenerbahçe sahilinde. Hep söylüyorum, söylerken de dilimi ısırıyorum, Kadıköy semtinde yaşamak gerçekten büyük ayrıcalık...   
Allah ayrı koymasın, şükür Kadıköy'ün keyfini sürüyoruz da, bir yandan da her daim aklımın bir köşesinde,  otuz yılımı geçirdiğim eski Bakırköy yer etmeye, beni  romantik bir nostalji duygusunun içine çekmeye devam ediyor. Geçenlerde bilerek yolumu düşürdüm; Bakırköy'ün içinden, Ebuzziya Caddesi boyunca sahildeki deniz otobüsü iskelesine kadar yürüdüm. İnanın ruhum karardı, içimi afaganlar bastı. Çocukluğumun Bakırköy'ünden geriye, o eski günleri hatırlatacak yegane yapılar olarak kala kala karşılıklı duran Ermeni ve Rum kiliseleri ile Dadyan Ortaokulu kalmış sadece. Buna şükür, bakarsın onları da kaldırırlar bir gün.
Ebuzziya caddesi üzerindeki Dadyan Ermeni orta okulu.
Kocaman bir köy diyeceğim, köy demeye dilim varmıyor; köyün bir güzelliği, kendince bir yerleşim planı, düzeni vardır. Bakırköy'de tüm bunlar hak getire. İnsan ayrımcılığı yapmak kimseyi hakir görmek değil niyetim ama, hani bayağılıktan ölmek diye bir şey varsa, yakında Bakırköy'de toplu halde ölümler görülmeye başlayabilir; benden söylemesi. Halen Bakırköy'de oturmakta olan dostlarım da bu sözlerime gönül koymasın lütfen. Hoş, onların neyi kasttetiğimi çok iyi bildiklerinden ve benden daha dertli olduklarından şüphem yok ya, biz yine de belirtelim de zülfü yare dokunmayalım.
En güzel binaları da yapsan, en güzel dükkanları da açsan, bir kez içindeki insan nüvesi bozulunca o muhitten o semtten kimseye hayır gelmiyor. Diyeceksiniz Kadıköy'de yok mu o dediğinden. Olmaz mı, çık Bağdat caddesine gırla. Burada da farklı türlüsü... İnsan insana düşman gibi bakıyor; malını mülkünü teşhir etmekten, doyumsuzca herşeye sahip olma hırsından, kendi reklamını yapmaktan, sanırsın ki millet ölüyor.
Neyse bunlar derin konular... Türkiye nereden nerelere geldi, meçhul ve ürkütücü bir geleceğe doğru da freni patlamış kamyon gibi nasıl bodoslama gidiyor, herkesçe malum. Biz yine deliliğe vurup nostaljiye sığınalım, şimdi tutup da burada siyaset yapmayalım.
Bilgisayarın başına oturunca lafın ucu  nerelere gitti... Gelin biz bu yazıyı yine Fenerbahçe sahiline, oradan da eski Bakırköy'den neşeli bir anıya bağlayalım.
Fenerbahçe sahilinde tanışıp sohbet ettiğim mümtaz kişilerden biri de Aykut Bey. Köpeği Panço ile birlikte geliyor sahile. Futbol takımı antrenörlüğünden, havaalanında kontrol kulesi memurluğuna kadar yapmadığı iş kalmamış. Kendisi 1936 Bakırköy doğumlu. Benim kitaplardan okuyarak hakkında bilgi sahibi olduğum eski Bakırköy'ün canlı şahidi. Bakırköy'ün eski halini, ünlü  mekanlarını, balıkçılarını, adıyla özdeşleşmiş akıl hastanesini ve delilerini, kendi  yaşadıklarından anlatıyor. Yeme de yanında yat yani...

Konu, geçenlerde yaşanan Afyon'daki elim cephanelik kazasından açıldı. Bilenler bilir, Bakırköy eski zamanlarda şimdiki Ataköy sınırları içinde yer alan Baruthane tesisleri ve cephane depolarıyla meşhurmuş. Halen Bakırköy'deki Fişekhane caddesinin de ismi buradan gelmektedir. Benim yine kitaplardan öğrenebildiğim kadarıyla o zamanlar bugün Afyon'da yaşanan benzeri kazalar sıkça yaşanır, "Gümmmm!" diye bir ses duyulunca halk sokaklara dökülür, "Eyvah, yine patladı baruthane." diye ağlaşmaya başlarmış. Hatta ve hatta 30 Ağustos 1924 günü meydana gelen bir patlama sonucu şehit olan 17 askerin anısına dikilen anıt, bugün Bakırköy meydanındaki eski mezarlık içinde halen durmakta ve mezarlığın yanındaki dar sokaktan  geçerken görülebilmektedir.   
Bakırköy mezarlığındaki Baruthane şehitliği ( Sayın Rasin Örsan'ın Kaybolan Bakırköy kitabından)
Aykut Bey, Bakırköy baruthanesinde yaşanan bu gibi bir kaç patlamayı çocukluk yıllarından hatırlıyor.

Yine kendi çocukluğundan anlattığı bu sefer neşeli bir anıyı burada sizlerle de paylaşmak isterim.
Ellili yılların Bakırköy'ü. O zamanın posta teşkilatı, acil posta servisi diye bir proje ortaya atıyor. Acil postalar Ankara'dan İstanbul'a helikopter ile taşınacak. Dağıtım merkezi olarak Bakırköy tayin edilmiş, Ankara'dan helikopterle gelen postalar tüm İstanbul'a buradan dağıtılacak. Helikopterin iniş alanı olarak Ermeni kilisesinin arkasındaki arsa belirlenmiş, buraya kocaman bir daire, üzerine de bir takım işaretler filan çizilmiş; helikopter gelince bu işaretleri görüp iniş yapacak. O yıllarda Bakırköy'ün futbol takımı Barutgücü'nün maçlarında yan hakemlik yapan postane memuru Muhittin Bey'e de bir görev verilmiş. Demişler ki yan hakem bayraklarını al gel, helikopter yaklaşınca sen elinde bayraklarla işaret edip ona ineceği yeri göstereceksin. Başta da dediğim gibi ellili yıllar. Bakırköy ahalisinin çoğu hayatında helikopter görmemiş, bırakın görmeyi adını ilk kez duyanlar var. Herkeste bir heyecan, büyük gün geliyor, ahali meydanda toplanmış helikopteri bekliyor... Neyse, helikopter uzaktan görünmüş, pata pata sesler çıkararak geliyor, Muhittin Bey iki elinde iki kırmızı bayrak ortaya çıkmış, onları sallamaya, helikoptere işaret vermeye başlamış. Helikopter, alanın üstünde daireler çiziyor ancak bir türlü inmiyor. Ortalık çıkan rüzgarla toz duman. Ahali sesten ve rüzgardan korkup kaçışıyor, alan iyice açılıyor; gelgelelim helikopter bir türlü iniş yapmıyor, uzun süre havada daireler çizdikten sonra uzaklaşıp gözden kayboluyor... Herkeste bir şaşkınlık, hevesler kursakta kalmış, işin aslı ertesi gün anlaşılıyor. Meğersem helikopter havacılık lisanında çaprazlama sallanan iki kırmızı bayrak " Sakın iniş yapma, burası inişe müsait değil ! " anlamına geliyormuş. Bunu gören helikopter pilotu da tereddüttte kalıp uzun süre daireler çizdikten sonra pistin müsait olmadığına karar vermiş, çareyi oradan uzaklaşmakta bulmuş.
Aykut Bey'de daha ne anılar var... Almanlar tarafından kurulan Vita yağ fabrikasının dev kazanlarının montajı için gelen ve kiralık bir ev tutup uzunca süre Bakırköy'de kalan beş Alman mühendis ve bu mühendislerden birinin mahallenin kızlarından birine aşık olması...
İkinci cihan harbi sırasında Alman uçaklarından kaçarak Yeşilköy'e zorunlu iniş yapan İngiliz pilotlar. O yıllarda tüm şehirde ve tabi Bakırköy'de akşamları karartma var. İngiliz pilotlar ellerindeki haritalardan bu civarda bir pist olduğunu biliyorlar ama her taraf zifir karanlık, görmek mümkün değil. Pilotlar pist gözüksin diye aşağı işaret fişekleri atıyorlar. Sen misin işaret fişeği atan, bizim asker bunları bomba sanıyor, başlıyor uçaksavar ateşi. Tüm Bakırköy ve Yeşilköy halkı ayakta, Allah! savaşa mı girdik ?! Uçaklar güç bela da olsa iniyor, ama hikayenin devamı çok ilginç...
Neyse, inşallah Aykut Bey'in ağzından daha bir çok anıyı ileride burada nakletmeyi arzu ediyorum. Şimdilik sözü daha fazla uzatmayalım, bu  bir parça tebessümle size veda edelim. Esen kalın...
Tolga Al  18.09.2012 Erenköy  

16 Aralık 2010

Kulüp

"Kulüp" deyince sizlerin aklına ilk ne geliyor bilmiyorum. Kimilerinin zihninde loş ışıklı bir gece kulübü, kalantor işadamlarının gittiği bir lokal, ya da biraz eskilerin zihninde "Kulüp Rakısı" canlanıyor olabilir. Benim çocukluğumun geçtiği Bakırköy sahilindeki mahallemizde ise "Kulüp" deyince herkes aynı şeyi anlar, aynı adresi tarif etmiş olurdu... Ataköy Deniz Kulübü, kuruluş 1965.
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın en güzel günleri, şimdi yerinde Holiday Inn Crown Plaza'nın olduğu, Gelik Restoran'ın yanından tatlı bir yokuşla inilen, hemen deniz kenarında bir lokal ve bir basketbol sahası, arkasında balıkçı barınakları, önünde kayıkların bağlı durduğu felekler ve bir tahta iskele ile plaj tarafına doğru ilerleyince en sonda bir gazinodan oluşan o güzelim Ataköy Deniz Kulübü'nde geçti.

Kulübe inen yol (1960'lar)

Kulübün arka tarafı ise alabildiğine ağaçlık, o zamanki çocuk gözlerimizde balta girmemiş bir orman, macera ve gizemlerle dolu kocaman bir oyun bahçesiydi. O ormanın içinde 1. Dünya Savaşı sırasında Fransız askerlerince yapılmış tek katlı terkedilmiş bir bina, Bizans döneminden kalma su sarnıçları, hatta ve hatta benim de canlı olarak birkaç temsil izlediğim bir de açıkhava tiyatrosu mevcuttu. Gelik Restoran'dan başlayan bu koruluk, arasından geçen dar bir yolla bağlandığı diğer taraftaki Ataköy Plajı ve Ancelo Gazinosu'na kadar uzanırdı. Şimdilerde ise tüm bu alanın üzerinde bir alışveriş merkezi bulunmakta maalesef.

Ataköy Plajı ( 1980'lerin başı )

Kulüpte benim yaşıtım olan çocuklar grubunun en büyük meşgalesi basketboldu. Bizden biraz büyük abiler grubu arada sırada basketbol oynamakla beraber, onların asıl uğraşısı ise Dadaş'ın tek göz oda çayocağına doluşup kör duman içinde king oynamaktı (!)

Ataköy Deniz Kulübü basketbol sahası

O dönemlerde giydiğin kotun ve ayağındaki lastik ayakkabının markası, kişiliğinin ve karizmanın en büyük göstergeleriydi ki, bunlar da öyle her yerde bulunmaz, Kapalıçarşı'da bazı gizli adreslerden kaçak mal olarak alınır, ya da yurtdışındaki akrabalara özel olarak sipariş edilirlerdi. Yeni yeni kendimi duymaya başladığım o günlerde, kot pantolonun paçalarının nasıl kıvrılacağını, saçlara nasıl jöle sürülüp şekil verileceğini ve dönemin gözde müziklerini hep bu abilerden öğrendim. Bir de büyük abiler grubu vardı ki, onlar bizle pek muhatap olmaz ama bizi sever ve çevrelerinde olmamıza ses çıkarmaz, arada bir de sohbetlerine dinleyici olarak katılmamıza izin verirlerdi. Sadece abiler değil tabii ki... Ablalar vardı, abilerimizin eşleri ya da kız arkadaşları vardı, yaşıtımız olan kız arkadaşlarımız vardı. Sanki kocaman bir aileydi Kulüp ahalisi...

Arkada el sallayan Bekçi Cafer Amca

Bekçi Cafer Amca'mız vardı... Çaycı Dadaş'ımız vardı, ki kendisi Erzurum'lu has bir dadaştı gerçekten ve  köyündeki üç müsademesini(!) ve hatta  Ecevit affından yararlanarak hapis yatmaktan son anda kurtulduğunu gururla anlatır ve sağ elinin yüzük parmağında kocaman bir Atatürk yüzüğü taşırdı.

O yazların hatırımda kalan en hit parçaları "Big in Japan" , "Self Control" ve "Hello" bazen birinin arabasındaki müzik setinden bangır bangır çalınırdı.

Aylardan Temmuz, tenlerimiz yanık, havada deniz, tuz ve çimen karışımından oluşan baş döndürücü bir koku, ki o koku hala burnumun ucundadır; ben ilk defa aşk duygusuyla yüreğimin yerinden çıkacak gibi oluşunu da, işte o Ataköy Deniz Kulübü'nde güzel bir yaz günü yaşadım...

Hala zaman zaman rüyamda Kulüp'te olduğumu görürüm. "Buralar yıkılmamış mıydı yahu?" diye önce şaşırırım, sonra şaşkınlıkla karışık yoğun bir sevinç, huzur ve ait olduğun yere dönmüş olma duygusu kaplar içimi. Tabii, ben Kulüp'ün en son dönemlerine yetişebildim ancak. Her zaman için, daha önce doğmuş olmayı ve Kulüp'ün , hatta ve hatta İstanbul'un daha sakin, daha güzel olduğu yılları yaşayabilmiş olmayı istemişimdir. Ne yapalım, hissemize düşen bu kadarıymış...

Belki öldükten sonra... Cennete gidecek olursam ve herkes kendi cennetini seçebiliyorsa eğer, benim cennetim işte o "Kulüp" olacaktır. Mevsim sürekli yaz, saatler sürekli akşamüstü, burnumda sözünü ettiğim o sarhoş edici yaz kokusu, pırıl pırıl bir deniz, tepemizde martılar ... Kapıdaki meleklere soracağım tek soru... "Eee, nerede bizim çocuklar ?" ...

İlk gençlik yıllarımın o en fiyakalı abilerine, Feridun Abi'lere, Kenan Abi'lere, Fatih Abi'lere, Dadaş'lara, Çino'lara, Fanki İsmail'lere, Caz Yaşar'lara, Kepçe Nejat'lara, Bebek ve Şapka Atilla'lara, Kazma Mustafa'lara, Ogün'lere, Alper'lere ve daha nicelerine buradan selam olsun...

Bakırköy sahil şeridi ( 1985 )
Not: Videoyu kaydeden ve bu hatırayı bizlerle paylaşan Sn. Mesut Kızılırmak'a ve fotoğraflarını izinsiz olarak kullandığım "Ataköy'de Büyüyenler" grubunun saygıdeğer üyelerine buradan teşekkürlerimi sunarım.