bakırköy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bakırköy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Eylül 2012

İlle de Bakırköy


Bu seneki yıllık iznimi İstanbul sınırları içinde geçirme kararı aldım. Güneyde bir tatil beldesine ya da yurtdışına gitmek için hem kafaca hem de maddi olarak durumum yok açıkçası, ne yalan söyliym. Normal zamanlarda  eziyetini, çilesini çektiğimiz İstanbul'un biraz da keyfini sürelim. Bir kaç müze ziyareti, adalara bir kaç günübirlik sefer, tarihi yarımadada biraz turlamak yeter de artar bile. Al sana en kral tatil... 
Havanın güzel olduğu günlerde denize girme imkanını da Fenerbahçe sahilinde buluyorum. Kime desem inanmıyor ama, inanın özellikle havanın poyraz olduğu günlerde deniz o kadar temiz oluyor ki, bana sorarsan bir Bodrum'dan bir Çeşme'den farkı yok. İnanmayana denemesi bedava...
Belediye tarafından işletilen Caddebostan Plajı çok kalabalık, curcuna ve biraz netameli bir yer olduğundan ben şahsen tercih etmiyorum. Sahil şeridinin Fenerbahçe ucu ise daha sakin. Arkadaki çimenliklerde uzanmak, tembellik edip kitap okumak; ön taraftaki taşlıkta ise hem güneşlenip hem de denize girmek gayet keyifli oluyor.
Sahilin bu kesiminin kadınlı erkekli kalabalık bir de müdavim grubu var. Toplumun her kesiminden farklı farklı insanlar senelerdir gide gele birbiriyle kaynaşmış; bir dayanışma, bir muhabbet ortamı oluşmuş ki, sormayın gitsin. Sofralar kuruluyor, yiyecekler paylaşılıyor, karşılıklı ince ince takılmalar, espriler havada uçuyor. Aralarında halli vakitli olanları da var, mutevazi emekli maaşıyla geçineni de; profesörü de var, okumamışı da. Sıkıntı yok, herkes kardeş... 
Benim gibi tek gezen mi istersin, çocuklu çift mi; bekar mı dul mu;  mimar mı işsiz mi; kalantor mu, memur mu; eski bitirim mi, üniversite hocası mı; emekli mi, esnaf mı? Hepsi bir arada.  Öyle arada sırada beliren hergele kopuk tipleri de aralarına almıyor, bir şekilde hissettirip uzaklaştırıyorlar. Bu şekilde, sahilde genelde sürmekte olan şen şakrak ve samimi ortam korunmuş oluyor. Ha, arada bir hır gür çıktığı olmuyor mu oluyor, ama o da usulünce tatlıya bağlanıyor. 
Sağolsunlar teveccüh gösterdiler beni de aralarına kabul ettiler; sohbet gırgır, ben de  ne zaman gitsem çok hoş vakit geçiriyorum Fenerbahçe sahilinde. Hep söylüyorum, söylerken de dilimi ısırıyorum, Kadıköy semtinde yaşamak gerçekten büyük ayrıcalık...   
Allah ayrı koymasın, şükür Kadıköy'ün keyfini sürüyoruz da, bir yandan da her daim aklımın bir köşesinde,  otuz yılımı geçirdiğim eski Bakırköy yer etmeye, beni  romantik bir nostalji duygusunun içine çekmeye devam ediyor. Geçenlerde bilerek yolumu düşürdüm; Bakırköy'ün içinden, Ebuzziya Caddesi boyunca sahildeki deniz otobüsü iskelesine kadar yürüdüm. İnanın ruhum karardı, içimi afaganlar bastı. Çocukluğumun Bakırköy'ünden geriye, o eski günleri hatırlatacak yegane yapılar olarak kala kala karşılıklı duran Ermeni ve Rum kiliseleri ile Dadyan Ortaokulu kalmış sadece. Buna şükür, bakarsın onları da kaldırırlar bir gün.
Ebuzziya caddesi üzerindeki Dadyan Ermeni orta okulu.
Kocaman bir köy diyeceğim, köy demeye dilim varmıyor; köyün bir güzelliği, kendince bir yerleşim planı, düzeni vardır. Bakırköy'de tüm bunlar hak getire. İnsan ayrımcılığı yapmak kimseyi hakir görmek değil niyetim ama, hani bayağılıktan ölmek diye bir şey varsa, yakında Bakırköy'de toplu halde ölümler görülmeye başlayabilir; benden söylemesi. Halen Bakırköy'de oturmakta olan dostlarım da bu sözlerime gönül koymasın lütfen. Hoş, onların neyi kasttetiğimi çok iyi bildiklerinden ve benden daha dertli olduklarından şüphem yok ya, biz yine de belirtelim de zülfü yare dokunmayalım.
En güzel binaları da yapsan, en güzel dükkanları da açsan, bir kez içindeki insan nüvesi bozulunca o muhitten o semtten kimseye hayır gelmiyor. Diyeceksiniz Kadıköy'de yok mu o dediğinden. Olmaz mı, çık Bağdat caddesine gırla. Burada da farklı türlüsü... İnsan insana düşman gibi bakıyor; malını mülkünü teşhir etmekten, doyumsuzca herşeye sahip olma hırsından, kendi reklamını yapmaktan, sanırsın ki millet ölüyor.
Neyse bunlar derin konular... Türkiye nereden nerelere geldi, meçhul ve ürkütücü bir geleceğe doğru da freni patlamış kamyon gibi nasıl bodoslama gidiyor, herkesçe malum. Biz yine deliliğe vurup nostaljiye sığınalım, şimdi tutup da burada siyaset yapmayalım.
Bilgisayarın başına oturunca lafın ucu  nerelere gitti... Gelin biz bu yazıyı yine Fenerbahçe sahiline, oradan da eski Bakırköy'den neşeli bir anıya bağlayalım.
Fenerbahçe sahilinde tanışıp sohbet ettiğim mümtaz kişilerden biri de Aykut Bey. Köpeği Panço ile birlikte geliyor sahile. Futbol takımı antrenörlüğünden, havaalanında kontrol kulesi memurluğuna kadar yapmadığı iş kalmamış. Kendisi 1936 Bakırköy doğumlu. Benim kitaplardan okuyarak hakkında bilgi sahibi olduğum eski Bakırköy'ün canlı şahidi. Bakırköy'ün eski halini, ünlü  mekanlarını, balıkçılarını, adıyla özdeşleşmiş akıl hastanesini ve delilerini, kendi  yaşadıklarından anlatıyor. Yeme de yanında yat yani...

Konu, geçenlerde yaşanan Afyon'daki elim cephanelik kazasından açıldı. Bilenler bilir, Bakırköy eski zamanlarda şimdiki Ataköy sınırları içinde yer alan Baruthane tesisleri ve cephane depolarıyla meşhurmuş. Halen Bakırköy'deki Fişekhane caddesinin de ismi buradan gelmektedir. Benim yine kitaplardan öğrenebildiğim kadarıyla o zamanlar bugün Afyon'da yaşanan benzeri kazalar sıkça yaşanır, "Gümmmm!" diye bir ses duyulunca halk sokaklara dökülür, "Eyvah, yine patladı baruthane." diye ağlaşmaya başlarmış. Hatta ve hatta 30 Ağustos 1924 günü meydana gelen bir patlama sonucu şehit olan 17 askerin anısına dikilen anıt, bugün Bakırköy meydanındaki eski mezarlık içinde halen durmakta ve mezarlığın yanındaki dar sokaktan  geçerken görülebilmektedir.   
Bakırköy mezarlığındaki Baruthane şehitliği ( Sayın Rasin Örsan'ın Kaybolan Bakırköy kitabından)
Aykut Bey, Bakırköy baruthanesinde yaşanan bu gibi bir kaç patlamayı çocukluk yıllarından hatırlıyor.

Yine kendi çocukluğundan anlattığı bu sefer neşeli bir anıyı burada sizlerle de paylaşmak isterim.
Ellili yılların Bakırköy'ü. O zamanın posta teşkilatı, acil posta servisi diye bir proje ortaya atıyor. Acil postalar Ankara'dan İstanbul'a helikopter ile taşınacak. Dağıtım merkezi olarak Bakırköy tayin edilmiş, Ankara'dan helikopterle gelen postalar tüm İstanbul'a buradan dağıtılacak. Helikopterin iniş alanı olarak Ermeni kilisesinin arkasındaki arsa belirlenmiş, buraya kocaman bir daire, üzerine de bir takım işaretler filan çizilmiş; helikopter gelince bu işaretleri görüp iniş yapacak. O yıllarda Bakırköy'ün futbol takımı Barutgücü'nün maçlarında yan hakemlik yapan postane memuru Muhittin Bey'e de bir görev verilmiş. Demişler ki yan hakem bayraklarını al gel, helikopter yaklaşınca sen elinde bayraklarla işaret edip ona ineceği yeri göstereceksin. Başta da dediğim gibi ellili yıllar. Bakırköy ahalisinin çoğu hayatında helikopter görmemiş, bırakın görmeyi adını ilk kez duyanlar var. Herkeste bir heyecan, büyük gün geliyor, ahali meydanda toplanmış helikopteri bekliyor... Neyse, helikopter uzaktan görünmüş, pata pata sesler çıkararak geliyor, Muhittin Bey iki elinde iki kırmızı bayrak ortaya çıkmış, onları sallamaya, helikoptere işaret vermeye başlamış. Helikopter, alanın üstünde daireler çiziyor ancak bir türlü inmiyor. Ortalık çıkan rüzgarla toz duman. Ahali sesten ve rüzgardan korkup kaçışıyor, alan iyice açılıyor; gelgelelim helikopter bir türlü iniş yapmıyor, uzun süre havada daireler çizdikten sonra uzaklaşıp gözden kayboluyor... Herkeste bir şaşkınlık, hevesler kursakta kalmış, işin aslı ertesi gün anlaşılıyor. Meğersem helikopter havacılık lisanında çaprazlama sallanan iki kırmızı bayrak " Sakın iniş yapma, burası inişe müsait değil ! " anlamına geliyormuş. Bunu gören helikopter pilotu da tereddüttte kalıp uzun süre daireler çizdikten sonra pistin müsait olmadığına karar vermiş, çareyi oradan uzaklaşmakta bulmuş.
Aykut Bey'de daha ne anılar var... Almanlar tarafından kurulan Vita yağ fabrikasının dev kazanlarının montajı için gelen ve kiralık bir ev tutup uzunca süre Bakırköy'de kalan beş Alman mühendis ve bu mühendislerden birinin mahallenin kızlarından birine aşık olması...
İkinci cihan harbi sırasında Alman uçaklarından kaçarak Yeşilköy'e zorunlu iniş yapan İngiliz pilotlar. O yıllarda tüm şehirde ve tabi Bakırköy'de akşamları karartma var. İngiliz pilotlar ellerindeki haritalardan bu civarda bir pist olduğunu biliyorlar ama her taraf zifir karanlık, görmek mümkün değil. Pilotlar pist gözüksin diye aşağı işaret fişekleri atıyorlar. Sen misin işaret fişeği atan, bizim asker bunları bomba sanıyor, başlıyor uçaksavar ateşi. Tüm Bakırköy ve Yeşilköy halkı ayakta, Allah! savaşa mı girdik ?! Uçaklar güç bela da olsa iniyor, ama hikayenin devamı çok ilginç...
Neyse, inşallah Aykut Bey'in ağzından daha bir çok anıyı ileride burada nakletmeyi arzu ediyorum. Şimdilik sözü daha fazla uzatmayalım, bu  bir parça tebessümle size veda edelim. Esen kalın...
Tolga Al  18.09.2012 Erenköy  

25 Haziran 2011

Dıgıdık! Dıgıdık!


(İlk yayınlanma tarihi 25.06.2011)

Ulu önder Gazi Mustafa Kemal adına düzenlenen geleneksel Gazi Koşusu’nun 85’incisi bu Pazar günü her zaman olduğu gibi İstanbul Veliefendi hipodromunda koşulacak. Bendeniz de neredeyse yirmi yıl aradan sonra yeniden Veliefendi Hipodromu’na giderek bu büyük heyecanı yerinde yaşama fırsatı bulacağım. Az önce Bakırköy’lü eski arkadaşlarımla yarın için Veliefendi programını yaptım. At yarışı, Veliefendi , Gazi Koşusu deyince da aklıma bir dolu eski hatıralar geldi ve hemen soluğu bilgisayarın başında aldım.

Malumunuz, Veliefendi Hipodromu’nun bulunduğu Osmaniye semti Bakırköy’ün hemen yanıbaşındadır. Hal böyle olunca da at yarışı geleneği ve kültürü her zaman için Bakırköy’de ve Bakırköylüler arasında önemli bir yere sahip olmuştur.

Veliefendi ile ilgili çocukluk hatıralarım arasında en eskisi, daha önce de bahsettiğim gibi o yıllarda işyeri Bakırköy’de olan babamın arkadaşlarından İhsan Amca, nam-ı diğer Püf İhsan’ın bizi, görevli olmayanların girişinin yasak olduğu Veliefendi’nin ahırlarına ve padok sahasına sokuşudur. Benim henüz yedi sekiz yaşlarında olduğum o yıllarda at yarışları beyler için büyük bir heyecan ve tutku olmakla birlikte, ailenin diğer üyeleri olan biz çocuklar ve anneler için de bir haftasonu eğlencesi niteliği taşıyordu. O zamanlar Veliefendi Hipodromu’nun girişinin sağ tarafında kalan geniş yeşil alan, adeta bir mesire yeri gibi hizmet vermekteydi. Aileler tahtadan yapılmış masalara sıra sıra kurulur, bir yandan mangal keyfi yapılır, bir yandan biz çocukları hipodromun diğer tarafında ve hayli uzakta olan bahis kulübelerine göndermek suretiyle at yarışı oynanır, bir yandan rakılar içilir, çoluk çocuk, bağırış çağırış keyifli Pazar günleri geçirilirdi.

Biz çocuklar için babalarımızın elimize tutuşturduğu kağıtlardaki notlar ve yanında bir miktar para ile birlikte oyunu yarıda bırakıp taa diğer tarafa gitmek, uzun süre sırada bekleyerek ikili bahis, ganyan gibi türlü türlü bahis kuponlarını yatırmak adeta bir işkenceydi. Yarışlar her yarım saatte bir olurdu. Hiç unutmam bir keresinde, bizden yaşça büyük çocuklardan biri bir uyanıklık yapmıştı. Babası her seferinde bunu bahise gönderiyor, bahisler her seferinde yatıyor, bizimki o kadar yolu boşu boşuna gittiğiyle kalıyor, üstelik paralar da havaya uçuyordu. Hal böyle olunca fırlamanın aklına dahiyane bir fikir gelir ve babasının eline tutuşturduğu bahis kuponlarını yatırmak yerine paralarını cebine indirmeye başlar. Böylelikle hem onca yolu haybeye gitmemiş olur hem oyununa devam eder, yarış sonunda her zaman olduğu gibi kupon yatınca da hiç bir şey olmamış gibi hayatına devam eder. Gelin görün ki, uyanığın foyası günün son yarışının finişiyle birlikte kopan, o saate kadar içtiği rakılarla biraz da çakır keyif olmuş babasının “ Yaşasın!!! “ nidasıyla ortaya çıktı. Evet, baba yarışın sonucunu doğru tahmin etmişti. Ama gelin görün ki ortada yatırılmış bir kupon yoktu. O çocuğun babasından fellik fellik kaçışı, babasının onu ayağında terliklerle bir oraya bir buraya kovalayışı ve sonunda zavallının yediği bir araba dolusu dayak bugün bile gözümün önünden gitmez...

Biz dönelim yine Püf İhsan’a. Püf İhsan, sevgili babamın belli bir dönem sıkça yanında gördüğümüz, ancak sonrasında sırra kadem basıp yok olan ilginç arkadaşlarından biriydi. Lakabının nereden geldiğini maalesef bilemiyorum. Bakırköy çarşısında esnaf olan Püf İhsan aynı zamanda da bir yarış atı antrenörüydü ve kendi atları da vardı. Yine böyle pikniğe gittiğimiz bir Pazar günü kendisi bizi padok girişinde karşılamış, içeri sokmuş ve ahırların, atların, seyislerin, jokeylerin arasında keyifli bir tur yaptırmıştı. Başta ben olmak üzere ailece kendimizi pek bir ayrıcalıklı hissetmiştik o gün. Yarış günü olduğu için her tarafta büyük bir heyecan ve yoğun hareketlilik vardı. Ahırların arasında kısa bir turdan sonra İhsan bizi kendi atının bulunduğu bölüme götürdü. On beş yaşının üstünde, yarış kariyerini çoktan bitirmiş ve artık damızlık olarak hizmet vermekte olan İngiliz kısrağının yarış tahtasındaki adı “Hamiyet” olmakla beraber, Püf İhsan kendisini “ Kart Orospu” diyerek seviyordu. Bıçkın, alemci ve keyifli bir adamdı Püf İhsan; hani ağzına küfür yakışan bazı adamlar vardır ya, işte o türden... Yanında bizler olmamıza karşın, dişlerinin arasına bir de sigara sıkıştırdığı ağzından, derin bir kahkahayla karışık futursuzca çıkan “Kart Orospu“ sözü insana rahatsızlık vermiyor, bilakis güldürüyordu. Beni Kart Orospu’nun, pardon Hamiyet’in sırtına oturttular. İngiliz atlarının yüksekliği neredeyse iki metre. Şuncacık ben tabi başta biraz tedirgin oldum. Bunun üzerine İhsan Amca, atın ne kadar uysal olduğunu göstermek maksadıyla, gömleğinin kollarını sıyırıp neredeyse dirseğine kadar kolunu atın ağzına sokarak, hayvanın pabuç gibi dilini tutup yarım metre dışarı çekmek suretiyle kısa bir şov yapınca, rahatladım. Evet, Hamiyet gerçekten uysal bir attı...

Yine o dönem babamın arkadaşlarından biri de Gazi kupası kazanmış bir at sahibi olan Yücel Birol’du. Gazi koşusunu kazanan atının adı Vidar’dı ve hatta o yıllarda Sinema 74’ün sokağında bulunan mağazasının adını da “Vidar” koymuştu. Bir akşam Yücel Bey’lerin Ataköy’deki evlerine misafirliğe gitmiştik ve o akşam salondaki büfede Vidar’ın kazanmış olduğu Gazi Kupası’nı yakından görmüş, hatta ona dokunmuştum. Ancak o akşam benim daha çok ilgimi çeken ve hafızamda iz bırakan şey, kupalardan ziyade hali vakti yerinde bir adam olan Yücel Bey’in o yıllarda çok moda olan geniş tabla şeklindeki yan yana dizilmiş müzik setleri olmuştu.

Çevremizde sadece at sahipleri yoktu tabii. Mesela ünlü jokey Süleyman Akdı’nın kız kardeşi bizim sokakta otururdu ve Süleyman Akdı’yı sık sık mahallemize gelip giderken görürdük. Efsane jokeylerden Ekrem Kurt’un oğlu da, Ataköy Deniz Kulübü’ndeki abilerimizden biri olan Fatih Abi’ydi.

O yıllarda Bakırköy’de bir çok altılı ganyan bayii vardı. Bu bayilerden bazıları aynı zamanda kahvehane olarak da hizmet verirdi ve özellikle yarış günleri yarış aleminin duayenleri, at sahipleri , büyük bahisçiler, eski kulağı kesikler, hepsi buralarda toplanırdı. Bazı Pazar sabahları babam beni de yanına alarak bu kahvelere götürür, orada yoğun sigara dumanı ve bitmez tükenmez bir tüyo muhabbeti arasında birlikte altılı ganyan oynardık. O zamanlar bahisler şimdiki gibi elektronik olarak oynanmaz, kendinden karbonlu altı yapraklı kağıt kuponlara doldurulur, bu kuponların üzerine bir de pul yapıştırılır, nüshalardan biri bahis oynayana verilir, diğer nüshalar ise muhakkak yarışlar başlamadan belli bir süre öncesinde, bayii sahibi tarafından Veliefendi’ye götürülerek elden teslim edilirdi. Yarışların başlamasına yakın, bu kahvelerde “Beyler kuponları bağlayalım! Ahmet (veya her kimse) gidiyor! “ gibi duyurular yapılırdı. Tabii bu iptidai yöntemden dolayı, yukarıda anlattığım masum bahis yolsuzluğuna benzer, kuponların zamanında yetiştirilememesi, ya da oynanmış büyük meblağlı kuponların bilerek yatırılmaması gibi olaylar da sık sık yaşanır ve at yarışı müdavimleri arasında sıkça konuşulurdu.

O yıllardan hatırımda kalan bir ayrıntı da, dükkanların duvarına, tutulan futbol takımının kadro posterlerinin yanısıra dönemin ünlü atlarının resimlerinin de asılıyor olmasıdır. Mesela Ebuzziya caddesi üzerindeki manav Ruşen’in duvarında beyaz renkli ünlü bir İngiliz aygırı olan Tünkut’un posteri olduğunu çok net hatırlıyorum. Demek ki eskiden gazete ve dergiler bu tarz posterler de veriyordu... Bunlar genelde o esnafa bahiste para kazandırmış atlar olurdu. Ünlü atlar demişken, Tünkut’un yanı sıra eskilerden aklımda kalan Cartegena, Seren , Devir, Yavuzhan, Karayel, Nadas, Hafız, Abbas, Uğurtay, Haberbatur, Sunday Surprise gibi ünlü safkanları sayabilirim. O yıllarda, ölen atlar Veliefendi yarış pistinin ortasındaki boş araziye rastgele gömülürdü. Şimdi nasıl bir yöntem izleniyor bilemiyorum. Sözünü ettiğim ganyan kahvelerinden birinde, bir yarışseverin Seren isimli aygır öldüğünde çok üzüldüğünü ve şöyle bir fikir ortaya attığını hatırlıyorum: “ Abi, bu hayvandan çok kişi ekmek yedi. Bu atı öylece arsaya atmaktansa postundan cüzdan filan yapıp satsalar fena mı olur? Eminim herkes almak isteyecektir...” Gerçekten çılgın bir proje değil mi? Ben gerçekleşmiş olduğunu pek zannetmiyorum.

Polonezköy'de çekilmiş bir fotoğraf. Arkada oturan çocuğu tanıdınız mı?
Neyse, sizi daha fazla sıkmayalım. Yarın 85. Gazi Koşusu’nu seyretmek üzere Veliefendi’ye gidiyorum. Veliefendi’nin tarihi, ilginç bahis hikayeleri ve bazı başka anıları da bir sonraki yazımıza saklayalım. Bakarsınız şansımız yaver gider, bir de tatil parası kazanırız. Ne demişler: “ At koşar, baht kazanır “ .

Bana yarın için şans dileyin efendim. Şimdilik esen kalın...

Tolga AL

25.06.2011 Erenköy İstanbul

12 Haziran 2011

Mazideki Bakırköy...

Çocukluk yıllarımın Bakırköy'ünü hep özlemle hatırlarım. Ben henüz sekiz aylıkken yerleşmişiz Bakırköy'e. Ayakkabı esnafı olan babamın o yıllarda çalıştığı dükkan Bakırköy çarşısında, postane binasının hemen karşı köşesindeymiş. Bakırköy'ün sahil tarafında Zeytinlik Mahallesi Pancar sokakta bulunan evimizden , o yıllarda Vita yağ fabrikasının bulunduğu arka yolu kullanarak, önünde bebek arabası ve içinde benle birlikte babama giderken yol o kadar  ıssız olurmuş ki, "Korkudan hızlı hızlı yürümek zorunda kalırdım..." diye anlatır hep annem.
Kennedy caddesi olarak bilinen sahilyolunun henüz olmadığı yıllara yetişemedim. Ancak sahildeki Meriç ve Sohbet çaybahçelerini,Viyana Lokantası'nı, langırt salonlarını ve büyük atlıkarıncayı, çarşıda içinde bir de saat tamircisi barındıran meşhur turşucu Şükrü'yü, Sayanora Sineması'nı,Yeşilköy'e dondurma yemeye gidip fayton ile dönüşlerimizi hatırlıyorum. Ömrümün en güzel dönemini geçirdiğim Ataköy Deniz Kulübü'nden ise sizlere "Kulüp" isimli yazımda bahsetmiştim.  
  
Gelin görün ki, hiç yaşamamış olsam da Bakırköy'ün daha da eski dönemlerini, 40'lı 50'li 60'lı yıllardaki halini de her daim  müthiş bir özlemle anar, daha doğrusu hayalini kurarım. Nasıl kurmayayım ki... Bir semt düşünün ki, hemen denizin kenarına kurulmuş,ortasından tren yolu geçiyor ve dört bir yanı koruluk, ağaçlık. Daha ne ister insan?...


Her ne kadar yaşamamış olsam da, Bakırköy'ün namlı balıkçıları Dikran Reis ve Şahin Reis'in hikayelerini, Atatürk'ün kızkardeşine ev bakmak için Bakırköy'e gelişini, hatboyundaki ünlü Bulgar dondurmacıyı, Gençler caddesinin isminin nereden geldiğini ve türlü türlü daha bir çok hatırayı Sn. Rasin Örsan'ın "Kaybolan Bakırköy", Sn. Turgay Tuna'nın " Biz zamanlar Bakırköy" ve Sn. Selçuk Erez'in " Makriköy'e dönüş" kitaplarından okuyup, hafızama nakşettim.

Yine geçenlerde kıymetli "hemşerim" Sn. Zeynep Erkut'un Bakırköy Zeytinlik mahallesinde geçen çocukluk yıllarını ve o yılların Bakırköy'ünü anlattığı bir yazısını, büyük bir zevkle ve hiç bitmemesini dileyerek okudum. Akabinde Facebook sayesinde kendisiyle irtibata geçerek, öncelikle hürmetlerimi sundum ve bu keyifli yazıyı sizlerle burada paylaşmak için iznini istedim. Son derece saygıdeğer ve mütevazı bir hanımefendi olan Zeynep Hanım, bundan büyük mutluluk duyacağını belirtti. Kendisine huzurlarınızda bir kez daha saygılarımı ve teşekkürlerimi sunarak, bu keyifli yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Son söz olarak şunu söylemek isterim. Aslına bakacak olursanız Bakırköy'ü benim için bu kadar özel kılan şey, kendi adıma Bakırköy'de büyümüş olmaktan öte bir şey değil. Maziye baktığınızda İstanbul'un bütün semtlerinin, Fatih'in , Kadıköy'ün, Galata'nın, Üsküdar'ın, Beşiktaş'ın da aynı güzel hatıralarla, aynı güzelliklerle, aynı güzel insanlarla dolu olduğundan şüphe yok. Geçen senelerle birlikte yitirilmiş olan sadece eski güzel yalılar, yollar, ağaçlar  değil de asıl insanı insan yapan değerler sanırım.

Doksan iki yaşında vefat eden rahmetli haminnem, bilmeyenler için açıklamak gerekirse annemin anneannesi, "Binayla zina arttığı vakit kıyamet vakti yaklaşmıştır" dermiş hep. Artan bunca nüfusu ve günümüzde yaşanan bunca ahlaksızlığı gördükçe düşünmeden edemiyor insan. Acaba o gün geldi mi dersiniz ?...       

Esen kalın efendim...

--------------------------------

ZEYTİNLİK MAHALLESİ BİR MASAL MIYDI ?
Zeynep Erkut

Kabristan’da sessizlik hakimdi...İçimden herhangi bir işaret için babamın mezarının başucundaki ağaca seslendim ve ağacın tam da o anda tüm yapraklarını Bakırköy’den geçip giden ve bir daha rastlanamayacak olan eşsiz insanlar ve güzellikler gibi hızla döktüğünü, ardından da rüzgarın onları sağa sola savurduğunu farkettim...

Belleğimde doğruluğundan hiçbir zaman emin olamayacağım,sevgili annemin kucağında koyu yeşil’e boyalı bir demir kapıdan türlü ağaçlar ve çiçekler içindeki kocaman bir bahçeye girişimiz ve ufuk çizgisinde kaybolmakta olan kızıllıkla başlıyor Bakırköy’e doğuşum. Dedeciğimin, yani İstiklal savaşı muhariplerinden, yeni cumhuriyetin değerli müsteşarlarından, İETT Genel Müdürü Kadri Musluoğlu’nun emeklilik ikramiyesi ile almış olduğu Bay Parisi’nin yalısında tüm ailemle geçen rüya gibi çocukluk anılarım...Mormenekşe Sokak No. 9 ve Ömer Naci Sokak No.110’un kesiştigi köşe, iki katlı evimizi çevreleyen o çok büyük bahçe ve leylak ağaçları ile kaplı deniz üstü bölümü, upuzun iskelesi, kayıkhanesi ile tüm mahallelinin sıra ile kullandığı hamamı hep bu yalıya ve çocukluk anılarımın ince ince işlenerek hızla tırmanılmış katlarına aittir. Önce komşuların sonra eşin dostun ihtiyacını karşılayan Ihlamur ve Çam ağaçlarının yanısıra tadlarına doyulmayan can erik, nar, eşsiz incir, ceviz, vişne, üzüm, reçellik mürdüm eriği,kara dut, beyaz dut ve şamfıstığı ağaçları çifter çifterdi.Çam ağaçlarının iri ve sağlam gövdelerinin arasında ise ya kalın bir daldan sarkıtılmış ya da sıkıca o sağlam bedene sarılmış bir salıncak olurdu. Ortadaki havuz toprakla doldurulmuş, içine yediveren gülleri, gece sefaları ekilmişti. Binanın girişinin iki tarafında mis gibi Hanımeli ağaçları ve iri,iri Margaritler...

Denizden bakınca sol yalı komşumuz bugün hepsi rahmetli olan Alişan Beyler ve kardeşleri Suat teyze ile kızları Üge ve Sevgi ablalar...ve Alişan Bey’in oğulları Ercan ve Erdoğan ağabeyler...Şişman Erdoğan diye anılırdı. Bana yemek yedirebilmek için onunla korkuttuklarını hatırlarım.Daha ileriki yıllarda onu tüm heybetiyle bazı Türk filmlerinde görüp birden artık beni güldürdüğünü farketmiştim. Rivayete göre dedemler bu yalıya ilk taşındıkları günlerde Alişan beyler bahçeye gelerek dua etmiş ve nedense artık komşuları bir Müslüman oldu diye Tanrı’ya teşekkür etmişlerdi.Penceremden sevgili Suat teyzenin bir yandan sigarasını, kahvesini içerek mis gibi çamaşırları bahçelerine asışını izlerdim. Uzun yıllar aileden öte dostlarımızdı onlar...

Ömer Naci Sokak’ın denizle birleştiği çıkmaz noktada, yani hemen önümüzde tüm mahallelinin her boy, her renk ama mutlaka ahşap teknelerini bıraktığı bir kayıkhane vardı. Yani orası bir çıkmaz sokak değil de herkes için denize açılan bir kapıydı. Mormenekşe Sokak No.7’de ise halen birlikte olduğumuz canım dostum Deniz ile tüm çocukluğumuzu ve gençliğimizi paylaştığımız ve bahçemize sonradan yapılmış olan, uzun balkonlu ev vardı . Eski Bakırköylüler belki bugün bile hala o iki küçük kızın silüetini balkonun bir köşesinde otururken hayalen canlandırabilir .O evde Fatma ve Şahap Özmen; adeta anne , baba yarılarım. Fatma teyze yani Deniz’in annesi taa o yıllarda teknesine binerek tek başına koskoca sinaritler tutan dünyalar güzeli genç bir hanımdı. Herkesin hiç değilse bir kayığı vardır diye düşündüğümüz yıllardı ve bizler azları o güzelim ahşap teknelere binip bugünkü Ataköy’ün sahilindeki ıssız kumsala gider, pırıl pırıl ışıldayan turkuvaz denize girer, dibinden deniz minareleri toplardık. İlk yüzme derslerimizi orada almıştık. İlk defa balığa o teknelerle çıkmıştık. Rahmetli babamın dokuz küfeli bir tonuzu vardı ve aşağı yukarı her gün bu küfelerden mutlaka konu, komşu ile paylaşılacak sekiz,dokuz ıstakoz çekerdik . Bolca da karides çıkardı hem yemelik, hem de yemlik.Tonozun kerterizi sağda bez fabrikasının bacası ile önündeki top ağaç solda ise Miltiyadi gazinosu ile arkasındaki yüksek binanın üstüste gelmesi ile sağlanırdı.

Mormenekşe sokak No.5’in üst katında eski Emniyet Sandığı genel müdürü, beyfendiler beyfendisi rahmetli Halim Umay ve eşi rahmetli Melahat Umay . Melahat teyze mahallemizin bol kahkahalı , şık, titiz ve kültürlü hanımlarından biri idi. İlk evliliğinden olan oğlu Melih Yıldızlar çok gençken çalışmaya başladığı, hem teyzemin;hem dayımın hem de benim yıllarla çalıştığımız Unilever’de (yani Vita Fabrikası’nın bağlı olduğu şirket) kıdemlenerek en üst uluslararası yetkililerden biri olmuştu. Üge abla ile Melih Ağabey Romeo ve Juliyet’e taş çıkartacak bir aşka tutulduklarında bizim sağımız ve solumuzdaki yalıların gençleriydi. Evlerinden çıkıp, buluşmak için beni baruthane çayırlarında gezdirmeyi bahane ederlerdi.Şarkıları da hala içimi titreten Nat King Cole’un “Too Young”ıydı. Aynı evin alt katında ise bugün ailecek rahmetli olan dostlarımız sevgili Remziye teyze ve Deniz Kuvvetlerinin yıldızı olan, çok erken kaybettiğimiz eşi Nurettin Yıldızlar ve oğulları, yakın arkadaşlarımdan son yıllarda aniden öbür dünyaya göç eden, her türlü el becerisinde üstad Selçuk vardı.

Ömer Naci Sokağın karaya doğru devamında bize göre sağ köşede bahçesi kalın tel çitle çevrili, hanımeli kokulu Bolton’ların evi.Yakın zamanda onbeş gün ara ile rahmetli olan sevgili İzmaro(İzmarağda) teyze ve kocası hipodromun mühendislerinden Suha Ali Bolton, çocukları İdil ve Sevil. İzmaro teyze belleğimin en renkli kişiliklerinden biri. Her zaman rengarenk çiçekli elbiseleri, canlı ve sevgi dolu komşuluğu ile bana paskalyalarda yumurta tokuşturmayı ilk öğreten ve Rumca’yı hepimize sevdiren hayat dolu bir kadın. Derken onların bahçesinin Ebuziya köşesinde babaları Ali Suat Bolton ve bahçedeki yerinden hiç kıpırdamayan üstü ahşap arabası. Boltonların evinin Ömer Naci sokaktaki yan komşusu ise Yeşilköy hava limanındaki görevi nedeni ile nam-ı diğer Kule Mustafa ve ailesi...

Ömer Naci sokağın bize göre sol tarafında ise köşeden itibaren bugün yerinde yerler esen güzelim Akaretler evleri. İlk evde Suha Bey ve camından sürekli etrafı gözleyen annesi Madam Sara. Yan komşuları babası omuzları bol yıldızlı bir asker ailesi ve çocukları ; o zamanlar niye birden yok olduğunu anlayamadığımız Tanju ve bugün kimbilir nerelerde olan kardeşi Gökhan. Onların üst katında balkonları Mor Menekşe sokağa bakan en değerli yaşlılarımız , İstiklal Savaşı gazisi Vehbi-Saibe Tümay ve son yıllarda vefat eden kızları Beraat , Nezahat teyzeler. Herikisi de o devirlerde çalışma hayatında olan başarılı memureler. Onların yanındaki dairede gerçek bir beyefendi Sumerbank Bez Fabrikası üst düzey yetkililerinden Abdullah Erem ve zamanının en “varda kosta” kadınlarından neşe kaynağımız eşi Güher Erem ve oğulları yakışıklı akadaşımız, hatta ağabeyimiz Kadir Erk Erem. Eremlerin alt katındaki bölümde ise Çakılcıyan ailesi ve can arkadaşlarımız yakışıklı Varujan ve Agop biraderler.Bugün bile Varujanı omzunda motoru evden çıkıp yavaş yavaş teknesine doğru sokağı katederken çok net hayal edebilirim. Üst katlardan birinde Nesim Pinhas ve ailesi , kızları herkesle ahbap, iyi yüzücü Lelet abla ve oğulları rahmetli Erol ağabey.

Ebuziya Caddesinin denizle birleşen ucunda ise, ahşap bölümünün tahta ayakları deniz’e çakılı bir veranda gibi duran ve bütün Bakırköy’lülerin anılarının en müstesna köşesini, hoş bir anason kokusu ile süsleyen meşhur Viyana Gazinosu ve güler yüzü ile sevecen tavrı hiç eksik olmayan Nafi Bey ile şef garsonu Todori. Bu gazino mahallenin ve hatta Bakırköy’ün erkek çocuklarının sünnet düğünlerinin şarkıyla mizah üstadı Celal Şahin’in akordeonu eşliğinde yapıldığı bir lokal olmakla da ün salmıştı. Haftada en az iki gün anne babalarımızın kadeh tokuşturduğu bu güzelim mekanda yediğimiz balıklar, şiş köfteler hala hatırladıkça ağzımızı sulandıran tadların damağımıza yerleşmiş en seçkin bölümünde yer alır.

Viyana Gazinosunu arkanıza alıp Ebuziya Caddesinde ilerlediğinizde o zamanlar çevrede tek olan köşe bakkal Mösyö Ligor’a kadar hala Zeytinlik Mahallesiydi. Asık suratlı Mösyö Ligor gizli, gizli ilk Tom Miks, Teksas dergilerimizi aldığımız minicik ama aradığınız herşey bulunan , karmakarışık bakkalımızın sahibiydi. Kağıt kaplı teneke kutularda katkı malzemesiz Arı marka çok leziz tuzlu krakerler, Mabel çiklet, Golden çukulata ve diğerleri... Türkiye’nin yüzkarası 6-7 Eylül olaylarında mahallelinin Ligor’u ve diğer gayrımüslim komşularımızı nasıl cansiperane koruduğunu o geceyi dehşet içinde yaşamış olanlardan defalarca dinlemişizdir.

Viyana Gazinosunun sağında yukarıya doğru , daha sonra yıkılıp Bakır Apartmanı adını alan, dayımın sevgili arkadaşı, günümüzün tanınmış ressamlarından Muhsin Kut’un ailesinin evi, onların karşısında gene çok şık bir bahçe içinde çekik gözleri nedeni ile Tatar güzeli denen, Bilge abla ve ailesinin yaşadığı ev. Ressam Muhsin Kut’un evinin hemen sağında sonraları rahmetli Adil Peküstün tarafından çok şık bir apartman olarak inşa edilen Beyaz Yalı. Geçen yıl kaybettiğimiz Süheyla Saltukoğlu ile oğulları Ateş ve elektronik haberleşme yoluyla hala görüşebildiğimTuğrul hem Beyaz Yalı’da hem de Bakır Apartmanında oturmuş olan şanslılardandı. Bakır Apartmanında aynı zamanda teyzemin ilk evliliğinden akrabalarımız olan Saibe Uras hanımefendi, akordeonuyla bizlere hoşça vakit geçirten oğlu yakışıklı Faruk Uras ve onun kızı sevgili Ayşe abla otururdu. Onların sol yanında ise sarı uzun saçlarını Birigitte Bardot gibi önüne düşüren bisikletli Alev ve yaramazların kralı olan kardeşi ilkokuldan sınıf arkadaşım Mehmet’in oturduğu dar, üç katlı ve demir kapılı ev.

Yüzümüzü deniz’e dönerek bizim yalının en sağ tarafına geçecek olursak Mormenekşe sokağın sonunda denize çıkıntı yapan burnun üzerinde, daha sonraları Baruthane’ye koruma sağlayan askeri karakol olarak kullanılan Novotni’nin köşkü ve şimdilerde Ataköy’ün kapladığı alan olan Baruthane tarlaları, çeşitli ağaçlar ve Osmanlı’nın Baruthane yapıları vardı. Canımız ebegümeci çektiğinde elimizde sepetler o tarlalardan ebemeci toplardık ve evlerimizde kuru bamya ile pişirilirdi. Kar yağdığında ise tüm komşuların evlerindeki tahta merdivenleri çıkarıp o tarlalarda kayak kayarak bizleri karşıladığı ve hepimizi bindirerek kaydırdığı günleri hatırlarız hala. O karlı günlerde sokaklarımızdan bir otomobil geçse izi hemen görülürdü ve zaten tüm Bakırköy’deki özel otomobil sayısı ancak 10-15’di.

Mahallemizde komşuluk kocaman bir aile demek olduğundan evlerde pişen güzel yemeklerin herkese gönderilmesinin yanısıra arada sırada bizim bahçede düzenlenen yemek yarışmalarında yemekleri yiyip değerlendirmek olağan faaliyetlerdendi. Kiraz ağacı çiçeklenmeden alınan odun, kömürün en iyisi ve en ucuzunu herkes birbirine haber verir, ve geldiğinde kömürlüklere indirilmesine hep beraber nezaret edilirdi. Çiçeklenme mevsimi geldiğinde bahçemizdeki Ihlamur ağaçlarının altına bembeyaz çarşaflar serilir ve kurutulmak üzere ıhlamurlar silkelenirdi.Tüm mahallenin kışlık ıhlamur ihtiyacı karşılandığı gibi çok uzaktaki eşe, dosta da ulaştırılırdı.

Hele bayramlar gerçek bayram olur ve bizlere çil çil paralar ile mendiller demek olan, komşular arası müthiş bir kutlama trafiği başlardı. Benden gizli gizli kesilen kurbanlar’dan yapılan kavurmalar , Beyoğlu’na inilerek Hacı Bekir’den alınmış akide şekerleri, lokumlar ve çeşitli likörler paylaşılırdı. Biz çocuklar her evde birşeyleri afiyetle mideye indirdiğimizden günün sonunda mide fesadına uğrardık.Yaşadığımız çevre zaten doğal bir lunapark olduğundan sanırım ayrıca lunapark’a gitmeye hiç ihtiyaç duymazdık.

Mahallenin çocuklarından birine bisiklet alındığında sanki diğerlerine de alınması şartmış gibi çil çil bir sürü bisikletin yollara dökülmesi kaçınılmazdı. Bazı akşamlar yemekler birlikte yenir ve çocuklara gün doğardı. Gündüzleri bahçede köşe kapmaca, saklambaç, üç taş, kuka ve “bizden size kim düşe” oynamaktan yorgun düşmüş bedenler bu buluşmalarda yeniden canlanır ve birlikteliğin tadını çıkarırdı.

Meğer biz o yıllarda gerçekten eşi bulunmaz bir sevgi yumağı içinde ,terbiye, görgü, bilgi ve güzel bir Türkçe ile donanarak büyütüldüğümüzün farkında olmadan, denizimizin, yeşilliğimizin, ağaçlarımızın, çiçeklerimizin, temiz havamızın ve korna sesiyle bozulmayan sessizliğimizin hep öyle kalacağını sanarak, tasasız bir gençliğe doğru yelken açarmışız...Bugün kaybettiğimiz Bakırköy’ün ve Istanbul’un ardından özlemle bakarken ancak o günleri yaşayanların burunları sızlayarak “bu mahalle bir masal değildi” diyebileceklerini biliyor ve hissediyorum...

8 Şubat 2011

İstanbul Kışı

Madem ki söz kış mevsiminden ve eski İstanbul'dan açıldı, Ahmet Rasim'in, eski İstanbul kışlarını anlattığı, geçmişteki "geçmiş özlemi" ile insanı düşündüren, getirdiği toplumsal eleştiri ile bugün hala güncelliğini koruyan, kömür sobası üzerinde kestane pişirip yemek, sokakta "Boooozaaaaaaaaa!" diye bağıran satıcıdan boza alıp içmek ve bir gece vakti taze kar üstünde " Kırt! Kurt!" yürümek gibi zevkle okunacak bir yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum :


İstanbul Kışı

" Bu yıl Kasım'ın 22'sinde kar yağmaya başladı. Düşen kar ne "sulu sepken" ne de "bulgur","sinek uçtu" dedikleri parça parça uçan ve düşen cinstendi. Gerçi ara sıra savurup atıştırır gibi olduysa da ne damlarda, kiremitler üzerinde, ne saçaklarda, ne de yerlerde tuttu. Rüzgar yıldızdan esiyordu, bir kerte daha gerileyip karayele dönemedi. Dönseydi tipi başlar, arada rüzgar ara verdikçe " kuşbakışı", giderek "lapa lapa", "buram buram" düşerdi. Böylece vaktinden önce zemheriye (gün dönümünden önceki şiddetli soğuklar) girmiş olurduk.

Zemheri ki, eski meteoroloji deyimlerimizde karakışın başlangıcıdır. Aralık'ın 22'sinde başlar, Ocak ayının 31'inde kırkını tamamlar. Eski araştırmacıların "erbain" dedikleri ilk karakış bu kırk gündür. Bundan sonra "hamsin" ( erbainden sonra gelen elli günlük kış ) başlar. Bu sürecin ucu nevruzu bulur. Ilımlı bahar, yani güneş o gün "hamel" burcuna ( koç burcu) girer, gece gündüz eşitliği bahar günleri öncesinde başlamış olur. Şu halde uzun araştırma ve deneylere göre İstanbul'un asıl kışı doksan günden oluşur.

Kasım başlangıcı fırtınalarıyla ünlüyse de erbain başına kadar "pastırma yazı" ya da "ayazı" denilen günler de vardır. Karakış arasında da yazdan kalma günlere çoğunlukla rastlanır. Belki siz görmüşsünüzdür, ben daha görmedim. Bu yıl kırağı yağdı mı? Sokaklarımızın hemen hepsinde her yağmurdan sonra irili ufaklı oluşan gölcükler don bağladı mı? Meraklıları kırağı düşmedikçe patlıcan, biber turşusu yapmazlar. Siz "acı patlıcanı kırağı çalmaz" atasözünün ciddiyetine inanır mısınız ? Ben inanırım. Nicelerini gördüm ki, çalmadı.

Dilimizde bir de "zemheri zürafası" ( kışın şıklık olsun diye ince ve açık renk giysilerle gezen kimse) deyimi vardır. Galiba siz, bu takımın çağdaşlarından pek çoğunu, bu yaz gördüğünüz dekolte modasının zorlamasıyla, paltosuz veya dal bir pardösü, ince bir muşamba içinde, ayaklarında üzeri"getr"li sivri burun bir iskarpin, eller eskisi gibi pantolon ceplerinde gezerken görüp tanıyacaksınız. "Donsuz Pedro" adında Beyoğlu, Galata apaşlarından (serseri,hayta) bir kumarbaz vardı ki, bütün yaz sırtında ne varsa bütün kışı da onunla geçirirdi. Üstelik sert bir kış gecesi kendisine :

- Üşümüyor musun ? diye sordum.

O da bana gülerek :

- Bana "Donsuz" Pedro diyorlar, ama Türkçe bilmiyorlar ki... Ben "Donsuz Pedro" değil "Donmaz" Pedro'yum. Titremesini bilmeyenler donar... demişti.

"Kurt dumanlı havayı sever" dedikleri türden, buram buram kar yağarken gezmeyi sever misiniz?... Ben sevmem !... Çocukluğumda bahçedeki karlar üzerine sırtüstü, kollar açık yatar, boy ölçerdik. Kartopu oynamaz mısınız?... Düşmanını sersemletmek için bunun iyice donmuş olanlarından bir tanesinin alna, enseye, burun direğine, avurda rastlaması, bilekten kopmuş boks yumruğunu hatırlatır. Modern oyunlardan tenis bile oynanabilir. Kızak da mı kaymazsınız?... Öyle ya, modası geçmiş, soğuk, ağır bir görünüm!...Patinaj varken bir ortaçağ oyununa düşmek... Ama bunun " turna katarı" denen bir çeşidi vardır ki, yatırılmış bir merdivene dört beş kişi sırt sırta oturur, omuzlardan veya bellerden tutulur, kayılırdı. Bunu da mı sevmezsiniz?... Bahçelerimizde çamaşır sepetinden, eski leğenlerden tuzak yapıp kuş da tutmaz mısınız?... Bu mevsimde sığırcıklar yağlı olur. Kırkından ellisinden yapılan pilava da mı rağbet buyurulmaz? Bozada mı içmezsiniz?... Ö..ö mü ? Ama bunun "mırmırk" adında sarhoşluk veren bir türü vardır ki, bir bardağı adamı iyice sarsar ! Benim çocukluğumda evlerde tandır kurulurdu. Siz modernler bu gezici kaloriferi görmediniz. Üstü tablalı bir dört ayak, yüksek, iskemlemsi bir şeydi. Bunun dört ayağı arasındaki yere özel bir mangal konur, tablasının üstüne yorgan ya da ona benzer bir örtü örtülür, çevresinde bacaklar içeride oturulur; fincan oyunu , yüzük, iskambil, verip almaca, balık kaçtı oynanır, masallar söylenir, bilmeceler sorulur, yanıltmacalar çözümlenir, şarkılar, koşmalar, maniler okunur, özellikle kış geceleri suda pişmiş kestane, ayıklanmış nar, kırılmış ayva, kış armudu, elma, üzüm, badem, ceviz, mısır buğdayı, portakal, hevenk üzümü, kuru incir, sucuklu ceviz, habbülleziz, iğde, dut, kayısı kuruları, Bağdat, Medine balçık hurmaları, un kurabiyeleri, kıkırdak poğaçaları, aşçı kadının, mama dadının taze taze yapıp getirdiği lalanga, puf böreği veya üstü kaymak parçaları ya da reçelle donanmış elmasiye, ardından köşedeki muhallebiciden ekmek kadayıfı, sarığı burma, aşure alınıp yenir, çoğunlukla iri, çifte kavrulmuş leblebiyle boza, ekşi ekşi nar, içinde hacı lokumları yüzen pekmez, loğusa şekeri şerbeti, badem sübyeleri, pestil ezmeleri yenir, içilirdi. Boş lakırdılarla ilgili şeylere "tandırname" denilmesi de böyle toplantılarda hayallerle geçen konuşmalardan dolayıydı.

Çok şükür, zamanımızda gazetelerimizde, siyasal konferanslarımızda, demeçlerimizde hemen her gün birkaç tanesini okumakla avunuyoruz...

Evlerde sabahleyin her uyanan :

- Aaaa ! Akşam biz otururken bir şeycikler yoktu. Baksana ayol, diz boyu kar yağmış !...

şaşkınlığıyla titremeye başladığı sırada dumanı üstünde, zencefilli sahlep, zevkiniz midir ? Buna da mı Ö...ö ! Kallavi fincanla, öyle ya... Vıcık vıcık birşey !...

İçinize zıbın giyer misiniz ? Allah göstermeye !...

Sırtınıza kürk?... Mutlaka samur mu olacak ? Elma, nafe, zerdane, sincap, şinşilla, kakım, post, kofi pehle, porsuk, tilki, haşa huzurdan ayı, kurt, kaplan, vaşak olsa olmaz mı ? Olmaz ha?... Ya kuzuya ne diyeceksiniz ? Astraganın eski adı olduğu için o da mı beğenilmedi ?...

Gocuk ?... Sus! Adını bile anma!...

Yahut derviş abası, hayderi, hırka... Aman aman, çıkar çıkar ! Hiç sevmem!... Kuşağı kendinden, alafranga fermeneli, kumru göğsü " rob dö şambır " ı her zaman nereden almalı?...

Ayağınızı alaca yün çoraba, aba terliğe de mi sokmazsınız? Ama babalarımız daha siz dünyada yokken "kalçın", "katır", "lapçin" "mest", "serhatli" giyerlerdi. Sizi ortaçağlılar sizi !... Şimdi kavuklarınızı, takkelerinizi çıkarın da şu "boneta"lardan giyin bakalım. Bu karda, bu tipide sokağa mı çıkacaksınız? Başınıza, boynunuza şal sarmaz mısınız? Yok ki... Bari şu örme, tek parmak eldiveni alınız...

Don havalar sokaklarımızın ayıp örtenidir. Bu havaları pek severim, ama kaymak olmasa!.. Benim çocukluğumda altları mıh başlı çiviler, nalçalarla donatılmış "lağımcı çizmeleri" vardı. Bunların ağızları, içleri geniş olduğu için kalın yün çoraplar, aba, lapçin, mestle giyilir, ayaklar sıcak tutulabilirdi. Ama her ayak da bir tokmak halini alırdı. Annem başımı bir şalla sarar, kukuletamı geçirir, merdiven ayağına oturtur, böylelikle ayaklarımı giydirir, tek parmaklı örme "gant"larımı takar, bir elime çüz kesemi veya çantamı, ötekine de sefertasını verir:

-Dikkat et! Ortalardan git, kenarlardan gitme. Buz düşer, beynini deler !

dedikten sonra okuyup üfler :

- Haydi bakalım, doğru okula ! Ben de arkandan bakıyorum...

gözdağıyla kapıyı açar, beni salıverirdi. Dumanım çıka çıka giderdim ...

Şimdiki spor elbise merakı düz palto bile giydirmiyor!...

Tarhana çorbasına ne dersiniz? Tereyağda kızarmış ekmek, biraz da nefis tulum peyniri... Ne? İştahsız durdunuz?... Dünyanın en güçlü, en besleyici çorbasına karşı bu ne ilgisizlik?... Et suyu, salçası, yoğurdu, unu kendisinden... İçersiniz değil mi? Hem de kaşık başına bir "Oh!" diyerek değil mi?... Ala, naneli, içinde köfte yavruları batar çıkar hamur çorbasına da ikbal buyurulmaz mı? Mutlaka üzerinde göz göz yağ parlayan "consomme" mi ( etsuyu çorba ) olacak ?!?...

Eski kışlarda İstanbul evlerinin çoğunda kış erzağı adı altında torba torba tarhana, erişte, un, bulgur, iri, küp yavrusu kaplarda yağa bürünmüş kavurmalar, kıymalar, binlik doluları zeytinyağ, bodur fıçılarla sibir, hilesiz çiriş yağları, demet demet kırmızı biber, kese kese kuru nane, kavanoz kavanoz reçel çeşitleri, kangal kangal et sucukları, tahta tahta pastırmalar, kelle kelle kaşar, topak topak yağlı Arnavut, Kızanlık peynirleri, şişe şişe turşular bulunur; odun kömür kiraz mevsiminden alınmış, mıcırı ayrılmış; kömür, odun, mutfaklık, çamaşırlık ayrılmış dururdu. Kış hazırlığı denen ortalık değiştirilmesi, halı, hasır, perde, keçe, minder örtüsü, yatak yorgan düzenlemesi, kışlıkların sandıktan çıkarılması, dam aktarılması, delik deşik tıkanması, kiler, mutfak düzenlemesi, ocak mangal silinmesi, kalay sorunu, kısaca çamaşır kafesi edinmeye kadar varan nice işler günlerce sürerdi. Şimdi böyle şeyler var mı, yok mu farkında değilim...

Bir kıştır, elbet gelip geçer...
Bakalım bu kış nasıl geçecek? "

Ahmet Rasim, Resimli Ay, Sayı 12, Ocak 1924
Ahmet Rasim, Anılar ve Söyleşiler, sadeleştirerek yayına hazırlayan Nuri Erten, Çağdaş yayınlar, 1983

16 Aralık 2010

Kulüp

"Kulüp" deyince sizlerin aklına ilk ne geliyor bilmiyorum. Kimilerinin zihninde loş ışıklı bir gece kulübü, kalantor işadamlarının gittiği bir lokal, ya da biraz eskilerin zihninde "Kulüp Rakısı" canlanıyor olabilir. Benim çocukluğumun geçtiği Bakırköy sahilindeki mahallemizde ise "Kulüp" deyince herkes aynı şeyi anlar, aynı adresi tarif etmiş olurdu... Ataköy Deniz Kulübü, kuruluş 1965.
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın en güzel günleri, şimdi yerinde Holiday Inn Crown Plaza'nın olduğu, Gelik Restoran'ın yanından tatlı bir yokuşla inilen, hemen deniz kenarında bir lokal ve bir basketbol sahası, arkasında balıkçı barınakları, önünde kayıkların bağlı durduğu felekler ve bir tahta iskele ile plaj tarafına doğru ilerleyince en sonda bir gazinodan oluşan o güzelim Ataköy Deniz Kulübü'nde geçti.

Kulübe inen yol (1960'lar)

Kulübün arka tarafı ise alabildiğine ağaçlık, o zamanki çocuk gözlerimizde balta girmemiş bir orman, macera ve gizemlerle dolu kocaman bir oyun bahçesiydi. O ormanın içinde 1. Dünya Savaşı sırasında Fransız askerlerince yapılmış tek katlı terkedilmiş bir bina, Bizans döneminden kalma su sarnıçları, hatta ve hatta benim de canlı olarak birkaç temsil izlediğim bir de açıkhava tiyatrosu mevcuttu. Gelik Restoran'dan başlayan bu koruluk, arasından geçen dar bir yolla bağlandığı diğer taraftaki Ataköy Plajı ve Ancelo Gazinosu'na kadar uzanırdı. Şimdilerde ise tüm bu alanın üzerinde bir alışveriş merkezi bulunmakta maalesef.

Ataköy Plajı ( 1980'lerin başı )

Kulüpte benim yaşıtım olan çocuklar grubunun en büyük meşgalesi basketboldu. Bizden biraz büyük abiler grubu arada sırada basketbol oynamakla beraber, onların asıl uğraşısı ise Dadaş'ın tek göz oda çayocağına doluşup kör duman içinde king oynamaktı (!)

Ataköy Deniz Kulübü basketbol sahası

O dönemlerde giydiğin kotun ve ayağındaki lastik ayakkabının markası, kişiliğinin ve karizmanın en büyük göstergeleriydi ki, bunlar da öyle her yerde bulunmaz, Kapalıçarşı'da bazı gizli adreslerden kaçak mal olarak alınır, ya da yurtdışındaki akrabalara özel olarak sipariş edilirlerdi. Yeni yeni kendimi duymaya başladığım o günlerde, kot pantolonun paçalarının nasıl kıvrılacağını, saçlara nasıl jöle sürülüp şekil verileceğini ve dönemin gözde müziklerini hep bu abilerden öğrendim. Bir de büyük abiler grubu vardı ki, onlar bizle pek muhatap olmaz ama bizi sever ve çevrelerinde olmamıza ses çıkarmaz, arada bir de sohbetlerine dinleyici olarak katılmamıza izin verirlerdi. Sadece abiler değil tabii ki... Ablalar vardı, abilerimizin eşleri ya da kız arkadaşları vardı, yaşıtımız olan kız arkadaşlarımız vardı. Sanki kocaman bir aileydi Kulüp ahalisi...

Arkada el sallayan Bekçi Cafer Amca

Bekçi Cafer Amca'mız vardı... Çaycı Dadaş'ımız vardı, ki kendisi Erzurum'lu has bir dadaştı gerçekten ve  köyündeki üç müsademesini(!) ve hatta  Ecevit affından yararlanarak hapis yatmaktan son anda kurtulduğunu gururla anlatır ve sağ elinin yüzük parmağında kocaman bir Atatürk yüzüğü taşırdı.

O yazların hatırımda kalan en hit parçaları "Big in Japan" , "Self Control" ve "Hello" bazen birinin arabasındaki müzik setinden bangır bangır çalınırdı.

Aylardan Temmuz, tenlerimiz yanık, havada deniz, tuz ve çimen karışımından oluşan baş döndürücü bir koku, ki o koku hala burnumun ucundadır; ben ilk defa aşk duygusuyla yüreğimin yerinden çıkacak gibi oluşunu da, işte o Ataköy Deniz Kulübü'nde güzel bir yaz günü yaşadım...

Hala zaman zaman rüyamda Kulüp'te olduğumu görürüm. "Buralar yıkılmamış mıydı yahu?" diye önce şaşırırım, sonra şaşkınlıkla karışık yoğun bir sevinç, huzur ve ait olduğun yere dönmüş olma duygusu kaplar içimi. Tabii, ben Kulüp'ün en son dönemlerine yetişebildim ancak. Her zaman için, daha önce doğmuş olmayı ve Kulüp'ün , hatta ve hatta İstanbul'un daha sakin, daha güzel olduğu yılları yaşayabilmiş olmayı istemişimdir. Ne yapalım, hissemize düşen bu kadarıymış...

Belki öldükten sonra... Cennete gidecek olursam ve herkes kendi cennetini seçebiliyorsa eğer, benim cennetim işte o "Kulüp" olacaktır. Mevsim sürekli yaz, saatler sürekli akşamüstü, burnumda sözünü ettiğim o sarhoş edici yaz kokusu, pırıl pırıl bir deniz, tepemizde martılar ... Kapıdaki meleklere soracağım tek soru... "Eee, nerede bizim çocuklar ?" ...

İlk gençlik yıllarımın o en fiyakalı abilerine, Feridun Abi'lere, Kenan Abi'lere, Fatih Abi'lere, Dadaş'lara, Çino'lara, Fanki İsmail'lere, Caz Yaşar'lara, Kepçe Nejat'lara, Bebek ve Şapka Atilla'lara, Kazma Mustafa'lara, Ogün'lere, Alper'lere ve daha nicelerine buradan selam olsun...

Bakırköy sahil şeridi ( 1985 )
Not: Videoyu kaydeden ve bu hatırayı bizlerle paylaşan Sn. Mesut Kızılırmak'a ve fotoğraflarını izinsiz olarak kullandığım "Ataköy'de Büyüyenler" grubunun saygıdeğer üyelerine buradan teşekkürlerimi sunarım.