20 Şubat 2011

Oscar'ı beklerken...

Oscar ödülleri ile ilgili ilk hayal kırıklığımı 1990 senesinde yaşamıştım. O sene, Martin Scorsese'nin doyumsuz mafya üçlemesinin ikinci filmi olan ve derhal "İlk on" listemdeki yerini alan Goodfellas yerine, hem "En iyi film" hem de "En iyi yönetmen" ödülleri, Kevin Costner'in ilk yönetmenlik denemesi olan ve ABD tarihinde Kızılderililere yapılan zulmü gözler önüne sermesi dışında kanımca başka bir artısı olmayan Kurtlarla Dans filmine verilmişti. Kevin Costner'in bu filmin ardından soyunduğu iki yönetmenlik denemesinde Waterworld ve Postacı ile ortaya koyduğu performans, sanırım o sene yapılan haksızlığın en iyi kanıtlarıdır. Zaten devamında da yönetmenlik hevesinden vazgeçti kendisi...


Benim için esas yıkıcı olan darbe ise 1998 senesinde geldi. O sene adaylar arasında " Er Ryan'ı kurtarmak" ve "Thin Red Line" gibi iki destansı yapıt varken "En iyi film" ödülü , bence hafif bir romantik komedi olmaktan öteye geçemeyen ve başrolünde bizim Doğuş'un oynadığı (!) Shakespeare in Love filmine gitti. Neyse ki o sene akademi, hakkını teslim ederek en iyi yönetmen ödülünü Steven Spielberg'e verme büyüklüğünü gösterdi.


Haydi bunu da hazmettik... Daha sonraki yıllarda yaşanan bazı tuhaflıkların üzerinde bile durmuyorum. Mesela 2004'te "En iyi erkek oyuncu" ödülünün Mystic River'daki rolü ile Sean Penn'e verilmesi ?!... Hala anlayabilmiş değilim.

Hepsi bir yana ama en son geçen sene yaşanan skandal, Oscar ile aramdaki bütün bağları kopardı. Bence hem sinema tarihinde hem de insanlık bilincinde çığır açan, baştan sona ağzım açık seyrettiğim Avatar dururken, hem "En iyi film" hem " En iyi yönetmen" ödüllerinin sıradan bir savaş filmi olan The Hurt Locker'a ( bu ismin de ne anlama geldiğini anlayabilmiş değilim, bilen varsa bana açıklasın lütfen...) verilmesini, inanın hala hazmedemiyorum ! Zaten bu filmin, en iyi film Oscar ödülünü kazanıp da en az hasılat yapan film olma rekorunu elinde bulundurması, bunun ne kadar skandal bir karar olduğunu ispatlıyor sanırım ( Bütçe : 11 Milyon Dolar , Toplam Hasılat : 12 Milyon Dolar ).

Akademi, gerçekten de bazen insanı çileden çıkarabiliyor. Bazen de, aynı sene içinde çekilmiş birden fazla iyi filmin birlikte aday olması, aralarından biri ya da birkaçı için şanssızlık olabiliyor.


Adaylığı olmasına karşın hiç ödül alamayan bazı unutulmaz filmler (aday olduğu kategori sayısı):
  • The Shawshank Redemption - 1994 (7)
  • Taxi Driver - 1976 (4)
  • Psycho - 1960 (4)
  • Empire of the Sun - 1987 (6)
  • The Color Purple - 1985 (11)
  • The Remains of the Day - 1993 (8)

Ek bir ilginç bilgi daha...Bugüne kadar Oscar ödülünü reddetme kudretini gösterebilen sadece iki kişi olmuş. Bu kişiler Patton filmindeki rolü ile bu ödüle layık görülen George.C. Scott ve Godfather filmindeki rolüyle ödülü kazanan Marlon Brando. George C. Scott'ın gerekçesi canlandırdığı General Patton karakterini gerçek hayatta asla tasvip etmemesiydi. Marlon Brando ise Yerli Amerikan halkına yapılan haksızlıklara dikkat çekmek için ödülü geri çevirmişti. Ancak kendisinin daha önce Rıhtımlar Üzerinde filmindeki rolüyle kazandığı bir Oscar ödülü daha bulunduğunu hatırlatalım.




* * *

Sinema bizim dünyamız... Bazen politik kararlar verilse de, sırf gönül almak için ödüller dağıtılsa da, kızsak da, eleştirsek de... 27 Şubat gecesi televizyon karşısına geçip her sene olduğu gibi büyük bir heyecanla Oscar ödül törenini izleyeceğiz. Her yıl geleneksel olarak o sene içinde hayata veda etmiş olan sinema insanlarının tek tek anıldığı ve bütün salonun ayakta alkışlayarak saygı duruşunda bulunduğu bölümde yine duygulanacağız...


Bu küçük heykelcikle benim de buruk bir anım vardır aslında. 1995 senesinde bir vesileyle Los Angeles şehrine gitme imkanım olmuştu. Peşinen söyleyeyim ki Hollywood Bulvarı denen yer hiç de öyle hayal ettiğimiz gibi bir yer değil. Her köşe başından ünlü bir sima filan çıkmıyor. Yıldızlarından ziyade, adım başı benden sigara isteyen cankileriyle hatırladığım, tamamen turistik, mağazalarla dolu uzunca bir cadde. Hediyelik eşya mağazaları özellikle meşhur Çin Tiyatrosu çevresinde yoğunlaşmış. İşte o yanyana dizili hediyelik eşya mağazalarında çok hoş bir hediye satılıyor. Gerçek boyutlu Oscar heykelciklerini, üzerilerinde yazılı "En iyi Baba" , "En iyi Anne", "En iyi Koca", "En iyi Sevgili" gibi türlü kategorilerle satın alabiliyorsunuz. Ne kadar güzel bir hediye fikri değil mi ?... O vakitler hayatımda bir " En iyi Sevgili " yoktu. Hoş, hiçbir zaman da olmadı gerçi... Ancak gelin görün ki, bazen insanın basireti bağlanır ya hani... o olmayan sevgiliyi düşünürken... iyi bir sinema izleyicisi ve filmleri sadece izlemeyip aynı zamanda içselleştiren gerçek bir sinema aşığı olan babacığıma bir "En iyi Baba" heykelciği almadan döndüm oralardan. O gün bugündür bu benim içimde dert olmuştur... Bir daha benim yolum düşer mi bilmem. Düşse de artık bu ödülü vereceğim sevgili babam hayatta değil maalesef. Ancak siz siz olun, eğer yolunuz Hollywood'a düşecek olursa bir tane "Best Father" bir tane de "Best Mother" heykelciği almadan dönmeyin sakın. Yanlış heykel almayın diye özellikle İngilizce isimlerini söyledim bu sefer. Aklınıza başka bir şey gelmesin...

Bu seneki adaylar hakkında hiçbir fikrim yok açıkçası, henüz hiçbirini seyretmedim. Dolayısıyla yine bir hayal kırıklığı yaşamam diye bir durum söz konusu değil. Seyredip göreceğiz artık. Ne diyelim, hak eden kazansın (!)

Şimdilik bizden bu kadar. Esen kalın...

17 Şubat 2011

Merhaba !


Tolga Bey'in blogunu bir süredir takip etmekteydim. Bu vesileyle başlayan arkadaşlığımız neticesinde, ricasını geri çevirmeyerek bundan böyle bendeniz de arada sırada göndereceğim yazılarla bu hatıra defterine katkıda bulunmaya çalışacağım. Beni bu şekilde onurlandırdığı için öncelikle kendisine buradan teşekkürlerimi sunmak isterim.


Mesleğim gereği sıkça seyahat ettiğimden, hem yurtdışındaki vaziyet ve Türkiye gündeminin oralardan görünüşü hem de Türkiye'de olduğum zamanlarda memleketimizdeki cemiyet hayatı ve intelijensiya hakkında yazacağım yazılarla, çorbaya biraz çeşni katacağımı ümit ediyorum.


Kendimden söz etmeyi fazla sevmem, bu sebeple gazetecilik mesleğiyle iştigal ettiğimi ve halen aylık bir derginin editörlüğünü yaptığımı belirtmek, başlangıçta kendimi sizlere tanıtmak için yeterli olacaktır umarım.


Seyahat demişken, neyse ki bu hafta uzunca bir aradan sonra İstanbul'a gelme fırsatı bulabildim. Bülbülü altın kafese koymuşlar, vatanım demiş. Bizimki de o hesap, bulduğum her fırsatta birkaç günlüğüne de olsa doğduğum büyüdüğüm bu şehre gelmeye gayret ediyorum. Hoş, her geldiğimde biraz daha kalabalıklaşmış, biraz daha bozulmuş buluyorum ya... Neyse, daha ilk yazımızdan " Ah! o eski günler..." diyerek okuyucuyu sıkmayalım.


Yine de, birkaç gün önce tanık olduğum bir olayı sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim...


Efendim! Ne zaman İstanbul'a gelsem, bizim eski fakülte tayfasından çocuklar, eksik olmasınlar beni yalnız bırakmazlar, bir akşam muhakkak buluşur, hem eski günleri yad eder hem de memleket meseleleri hakkında laflarız. Bu buluşmalar için tercih edilen mekan genelde bizimkilerden birinin müdavimi olduğu ya bir balık lokantası ya da bir meyhane olur. Lakin benim biraz tembelliğime geldiğinden, hem de bir değişiklik olsun diye bu sefer ben kendilerini kaldığım otelin restoranına davet ettim. İsmi lazım değil, İstanbul'un lüks otellerinden biri ve sonradan öğrendik ki bu otelin restoranı da en az kendisi kadar ünlü ve müstesnaymış meğer...


Akşam saat sekiz gibi dört kafadar buluştuk. Üniversite yıllarından beri çok yakın dostlarım olan Faik, Recai namıdiğer "Cingöz" , Cevat ve bendeniz Sami. Yine o yıllarda arkadaşların taktığı lakapla "çatlak" Sami... Rezervasyonu gündüzden yaptığım için hemen bizim için ayrılan masaya yerleştik. Enternasyonel mutfaktan ürünler sunan bu şık restoranda haydi bizler de ortama uyalım dedik ve rakı yerine bu sefer şarap içmeye karar verdik.


Önden gelen çeşit çeşit ve lezzetli mezeyle biraz açlığımızı bastırdıktan sonra nihayet hem sohbete hem de biraz çevremizle ilgilenmeye başlayabilirdik... İlk Recai'nin dikkatini çekmiş; bize de kafasıyla işaret ederek gösterdi. Yemek salonu neredeyse tamamen doluydu. Bunda yadırganacak bir şey yoktu. Ancak müşterilerin yarısından fazlasını otuzlu yaşlarında bulunan çiftler oluşturmaktaydı ve her masada karşılıklı oturan çiftlerin yanlarındaki boş sandalyelerde belli ki içinde hediye olan şık poşetler bulunmaktaydı.


İşin aslını masamıza bakan genç garsondan öğrendik. O gün 14.Şubat'tı. Tabii yaa... Konuşkan bir genç olan garsonumuz bize ilave bilgiler vermeyi de ihmal etmedi. Efendim, bu özel gün için çok özel bir kampanyaları varmış, bir internet sitesi üzerinden rezervasyon yaptıran çiftlere yemeklerde % 50 , içeceklerde % 20 özel indirim uyguluyorlarmış. Adını söylediği bir kredi kartı ile ödeme yapanlara tüm ürünlerde ilave bir % 5 indirim daha uygulanıyormuş. Bir de ayrıca bir kulüp sistemleri varmış. O kulübe üye olanlar senede üç kere aynı şartlarla burada yemek yiyebiliyorlarmış. Ancak rezervasyonu 14.Şubat gününe denk getirebilmek için aylaaar aylar öncesinden girişimde bulunmak lazımmış, çünkü o gün için talep çok oluyormuş...


Bombayı Cevat patlattı:


- Yahu ! dedi. Bizim gençliğimizde seyrettiğimiz filmlerde Clark Gable veya Gary Cooper "köşede güzel bir İtalyan lokantası" bilir, manitasını oraya götürürdü. Türk filmlerinde ise genelde yaşlı bir rum tarafından işletilen tahta masalı, salaş bir balıkçı olurdu. Biz de böye gördük, özel günlerde flörtlerimizi ,nişanlılarımızı, eşlerimizi hep böyle yerlere götürdük...


Dediklerinde doğruluk payı vardı... Şahsi gözlemim olarak yurtdışındaki örneklerinde gördüğüm kadarıyla bu tarz restoranlar, daha ziyade iş yemekleri için tercih edilen mekanlardır. Cevat'ın bu tespiti üzerine yaşını başını almış biz dört şaşkoloz, yemeği bırakıp diğer masaları izlemeye koyulduk. Önce müstehzi bakışlarla göz gezdirirken, daha sonra biraz utana sıkıla bakmaya başladım. Çiftlerde genel bir tedirginlik hali olduğu açık seçik görülüyordu. Erkeklerin pek de sık girmedikleri bu lüks ortamdan sıkıldıkları belliydi. Hanımlarda ise daha ziyade, çevrelerinde kendileriyle aynı amaçla, aynı kampanyayla gelmiş ve aynı şekilde yan sandalyelerinde hediye poşetleriyle oturan birçok çift bulunduğunu bilmekten kaynaklan bir rahatsızlık sezilmekteydi. Biz morukların aksine çiftler, diğer masalara bakmamaya ve kimseyle gözgöze gelmemeye özen gösteriyordu. Bu durum beni biraz üzdü açıkçası...


Özenerek gelinmiş bir akşam yemeğinin bir sıkıntı vesilesi olması gerçekten üzücü. Ama yeni nesillerde sıkça gözlemlediğim bir husus var ki değinmeden edemeyeceğim. Özellikle belli bir zümre, kendini diğerlerinden farklılaştırmaya çalıştıkça, bu sefer çok daha dar bir prototipin içine hapsoluyor. Bu gençlerimiz farklılaşma yolunda sadece gündelik trendlerin ve televizyondan ya da internetten izledikleri dünyanın kendilerine sunduğu fiks menü listesine başvurdukları için, o akşam o restoranda yaşanan gibi "özelin banalleşmesi " vakaları da sıkça yaşanıyor.


Benim şahsi kanaatim o ki, her genç adamın, sürekli gittiği, gittiği zaman ismiyle ve saygıyla karşılandığı, bu gibi özel günlerde partönerini götürebileceği bir adresinin olması lazım gelir. Bu mekanın illa çok lüks ya da pahalı olması gerekmez. Orayı özel yapan, o iki kişi için özel olmasıdır. Ki bu da yeterlidir...


Sevgili eşim, hayat arkadaşım İffet Hanım'ın vefatına kadar bizim de böyle özel adreslerimiz vardı. Şimdi oraların yolunu bile unuttuk...


Neyse... Efendim! Bu ilk yazımızda sözü fazla uzatmayalım... Tolga Bey'in geleneğine uyarak, size esenlikler dilemek suretiyle bu yazıyı noktalayalım. Gecenin devamında ne oldu diye merak edecek olursanız, söyleyelim. Dört ihtiyarın gecesi nasıl noktalanırsa, bizim ki de o şekilde noktalandı. Allah'tan ki o gece otelde kalacağım için, kimse beni eve kadar taşımak zorunda kalmadı.


Bir dahaki yazımızda görüşüne kadar, esen kalın efendim...


Sami Hoşgören
İstanbul - 17.02.2011

8 Şubat 2011

İstanbul Kışı

Madem ki söz kış mevsiminden ve eski İstanbul'dan açıldı, Ahmet Rasim'in, eski İstanbul kışlarını anlattığı, geçmişteki "geçmiş özlemi" ile insanı düşündüren, getirdiği toplumsal eleştiri ile bugün hala güncelliğini koruyan, kömür sobası üzerinde kestane pişirip yemek, sokakta "Boooozaaaaaaaaa!" diye bağıran satıcıdan boza alıp içmek ve bir gece vakti taze kar üstünde " Kırt! Kurt!" yürümek gibi zevkle okunacak bir yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum :


İstanbul Kışı

" Bu yıl Kasım'ın 22'sinde kar yağmaya başladı. Düşen kar ne "sulu sepken" ne de "bulgur","sinek uçtu" dedikleri parça parça uçan ve düşen cinstendi. Gerçi ara sıra savurup atıştırır gibi olduysa da ne damlarda, kiremitler üzerinde, ne saçaklarda, ne de yerlerde tuttu. Rüzgar yıldızdan esiyordu, bir kerte daha gerileyip karayele dönemedi. Dönseydi tipi başlar, arada rüzgar ara verdikçe " kuşbakışı", giderek "lapa lapa", "buram buram" düşerdi. Böylece vaktinden önce zemheriye (gün dönümünden önceki şiddetli soğuklar) girmiş olurduk.

Zemheri ki, eski meteoroloji deyimlerimizde karakışın başlangıcıdır. Aralık'ın 22'sinde başlar, Ocak ayının 31'inde kırkını tamamlar. Eski araştırmacıların "erbain" dedikleri ilk karakış bu kırk gündür. Bundan sonra "hamsin" ( erbainden sonra gelen elli günlük kış ) başlar. Bu sürecin ucu nevruzu bulur. Ilımlı bahar, yani güneş o gün "hamel" burcuna ( koç burcu) girer, gece gündüz eşitliği bahar günleri öncesinde başlamış olur. Şu halde uzun araştırma ve deneylere göre İstanbul'un asıl kışı doksan günden oluşur.

Kasım başlangıcı fırtınalarıyla ünlüyse de erbain başına kadar "pastırma yazı" ya da "ayazı" denilen günler de vardır. Karakış arasında da yazdan kalma günlere çoğunlukla rastlanır. Belki siz görmüşsünüzdür, ben daha görmedim. Bu yıl kırağı yağdı mı? Sokaklarımızın hemen hepsinde her yağmurdan sonra irili ufaklı oluşan gölcükler don bağladı mı? Meraklıları kırağı düşmedikçe patlıcan, biber turşusu yapmazlar. Siz "acı patlıcanı kırağı çalmaz" atasözünün ciddiyetine inanır mısınız ? Ben inanırım. Nicelerini gördüm ki, çalmadı.

Dilimizde bir de "zemheri zürafası" ( kışın şıklık olsun diye ince ve açık renk giysilerle gezen kimse) deyimi vardır. Galiba siz, bu takımın çağdaşlarından pek çoğunu, bu yaz gördüğünüz dekolte modasının zorlamasıyla, paltosuz veya dal bir pardösü, ince bir muşamba içinde, ayaklarında üzeri"getr"li sivri burun bir iskarpin, eller eskisi gibi pantolon ceplerinde gezerken görüp tanıyacaksınız. "Donsuz Pedro" adında Beyoğlu, Galata apaşlarından (serseri,hayta) bir kumarbaz vardı ki, bütün yaz sırtında ne varsa bütün kışı da onunla geçirirdi. Üstelik sert bir kış gecesi kendisine :

- Üşümüyor musun ? diye sordum.

O da bana gülerek :

- Bana "Donsuz" Pedro diyorlar, ama Türkçe bilmiyorlar ki... Ben "Donsuz Pedro" değil "Donmaz" Pedro'yum. Titremesini bilmeyenler donar... demişti.

"Kurt dumanlı havayı sever" dedikleri türden, buram buram kar yağarken gezmeyi sever misiniz?... Ben sevmem !... Çocukluğumda bahçedeki karlar üzerine sırtüstü, kollar açık yatar, boy ölçerdik. Kartopu oynamaz mısınız?... Düşmanını sersemletmek için bunun iyice donmuş olanlarından bir tanesinin alna, enseye, burun direğine, avurda rastlaması, bilekten kopmuş boks yumruğunu hatırlatır. Modern oyunlardan tenis bile oynanabilir. Kızak da mı kaymazsınız?... Öyle ya, modası geçmiş, soğuk, ağır bir görünüm!...Patinaj varken bir ortaçağ oyununa düşmek... Ama bunun " turna katarı" denen bir çeşidi vardır ki, yatırılmış bir merdivene dört beş kişi sırt sırta oturur, omuzlardan veya bellerden tutulur, kayılırdı. Bunu da mı sevmezsiniz?... Bahçelerimizde çamaşır sepetinden, eski leğenlerden tuzak yapıp kuş da tutmaz mısınız?... Bu mevsimde sığırcıklar yağlı olur. Kırkından ellisinden yapılan pilava da mı rağbet buyurulmaz? Bozada mı içmezsiniz?... Ö..ö mü ? Ama bunun "mırmırk" adında sarhoşluk veren bir türü vardır ki, bir bardağı adamı iyice sarsar ! Benim çocukluğumda evlerde tandır kurulurdu. Siz modernler bu gezici kaloriferi görmediniz. Üstü tablalı bir dört ayak, yüksek, iskemlemsi bir şeydi. Bunun dört ayağı arasındaki yere özel bir mangal konur, tablasının üstüne yorgan ya da ona benzer bir örtü örtülür, çevresinde bacaklar içeride oturulur; fincan oyunu , yüzük, iskambil, verip almaca, balık kaçtı oynanır, masallar söylenir, bilmeceler sorulur, yanıltmacalar çözümlenir, şarkılar, koşmalar, maniler okunur, özellikle kış geceleri suda pişmiş kestane, ayıklanmış nar, kırılmış ayva, kış armudu, elma, üzüm, badem, ceviz, mısır buğdayı, portakal, hevenk üzümü, kuru incir, sucuklu ceviz, habbülleziz, iğde, dut, kayısı kuruları, Bağdat, Medine balçık hurmaları, un kurabiyeleri, kıkırdak poğaçaları, aşçı kadının, mama dadının taze taze yapıp getirdiği lalanga, puf böreği veya üstü kaymak parçaları ya da reçelle donanmış elmasiye, ardından köşedeki muhallebiciden ekmek kadayıfı, sarığı burma, aşure alınıp yenir, çoğunlukla iri, çifte kavrulmuş leblebiyle boza, ekşi ekşi nar, içinde hacı lokumları yüzen pekmez, loğusa şekeri şerbeti, badem sübyeleri, pestil ezmeleri yenir, içilirdi. Boş lakırdılarla ilgili şeylere "tandırname" denilmesi de böyle toplantılarda hayallerle geçen konuşmalardan dolayıydı.

Çok şükür, zamanımızda gazetelerimizde, siyasal konferanslarımızda, demeçlerimizde hemen her gün birkaç tanesini okumakla avunuyoruz...

Evlerde sabahleyin her uyanan :

- Aaaa ! Akşam biz otururken bir şeycikler yoktu. Baksana ayol, diz boyu kar yağmış !...

şaşkınlığıyla titremeye başladığı sırada dumanı üstünde, zencefilli sahlep, zevkiniz midir ? Buna da mı Ö...ö ! Kallavi fincanla, öyle ya... Vıcık vıcık birşey !...

İçinize zıbın giyer misiniz ? Allah göstermeye !...

Sırtınıza kürk?... Mutlaka samur mu olacak ? Elma, nafe, zerdane, sincap, şinşilla, kakım, post, kofi pehle, porsuk, tilki, haşa huzurdan ayı, kurt, kaplan, vaşak olsa olmaz mı ? Olmaz ha?... Ya kuzuya ne diyeceksiniz ? Astraganın eski adı olduğu için o da mı beğenilmedi ?...

Gocuk ?... Sus! Adını bile anma!...

Yahut derviş abası, hayderi, hırka... Aman aman, çıkar çıkar ! Hiç sevmem!... Kuşağı kendinden, alafranga fermeneli, kumru göğsü " rob dö şambır " ı her zaman nereden almalı?...

Ayağınızı alaca yün çoraba, aba terliğe de mi sokmazsınız? Ama babalarımız daha siz dünyada yokken "kalçın", "katır", "lapçin" "mest", "serhatli" giyerlerdi. Sizi ortaçağlılar sizi !... Şimdi kavuklarınızı, takkelerinizi çıkarın da şu "boneta"lardan giyin bakalım. Bu karda, bu tipide sokağa mı çıkacaksınız? Başınıza, boynunuza şal sarmaz mısınız? Yok ki... Bari şu örme, tek parmak eldiveni alınız...

Don havalar sokaklarımızın ayıp örtenidir. Bu havaları pek severim, ama kaymak olmasa!.. Benim çocukluğumda altları mıh başlı çiviler, nalçalarla donatılmış "lağımcı çizmeleri" vardı. Bunların ağızları, içleri geniş olduğu için kalın yün çoraplar, aba, lapçin, mestle giyilir, ayaklar sıcak tutulabilirdi. Ama her ayak da bir tokmak halini alırdı. Annem başımı bir şalla sarar, kukuletamı geçirir, merdiven ayağına oturtur, böylelikle ayaklarımı giydirir, tek parmaklı örme "gant"larımı takar, bir elime çüz kesemi veya çantamı, ötekine de sefertasını verir:

-Dikkat et! Ortalardan git, kenarlardan gitme. Buz düşer, beynini deler !

dedikten sonra okuyup üfler :

- Haydi bakalım, doğru okula ! Ben de arkandan bakıyorum...

gözdağıyla kapıyı açar, beni salıverirdi. Dumanım çıka çıka giderdim ...

Şimdiki spor elbise merakı düz palto bile giydirmiyor!...

Tarhana çorbasına ne dersiniz? Tereyağda kızarmış ekmek, biraz da nefis tulum peyniri... Ne? İştahsız durdunuz?... Dünyanın en güçlü, en besleyici çorbasına karşı bu ne ilgisizlik?... Et suyu, salçası, yoğurdu, unu kendisinden... İçersiniz değil mi? Hem de kaşık başına bir "Oh!" diyerek değil mi?... Ala, naneli, içinde köfte yavruları batar çıkar hamur çorbasına da ikbal buyurulmaz mı? Mutlaka üzerinde göz göz yağ parlayan "consomme" mi ( etsuyu çorba ) olacak ?!?...

Eski kışlarda İstanbul evlerinin çoğunda kış erzağı adı altında torba torba tarhana, erişte, un, bulgur, iri, küp yavrusu kaplarda yağa bürünmüş kavurmalar, kıymalar, binlik doluları zeytinyağ, bodur fıçılarla sibir, hilesiz çiriş yağları, demet demet kırmızı biber, kese kese kuru nane, kavanoz kavanoz reçel çeşitleri, kangal kangal et sucukları, tahta tahta pastırmalar, kelle kelle kaşar, topak topak yağlı Arnavut, Kızanlık peynirleri, şişe şişe turşular bulunur; odun kömür kiraz mevsiminden alınmış, mıcırı ayrılmış; kömür, odun, mutfaklık, çamaşırlık ayrılmış dururdu. Kış hazırlığı denen ortalık değiştirilmesi, halı, hasır, perde, keçe, minder örtüsü, yatak yorgan düzenlemesi, kışlıkların sandıktan çıkarılması, dam aktarılması, delik deşik tıkanması, kiler, mutfak düzenlemesi, ocak mangal silinmesi, kalay sorunu, kısaca çamaşır kafesi edinmeye kadar varan nice işler günlerce sürerdi. Şimdi böyle şeyler var mı, yok mu farkında değilim...

Bir kıştır, elbet gelip geçer...
Bakalım bu kış nasıl geçecek? "

Ahmet Rasim, Resimli Ay, Sayı 12, Ocak 1924
Ahmet Rasim, Anılar ve Söyleşiler, sadeleştirerek yayına hazırlayan Nuri Erten, Çağdaş yayınlar, 1983

7 Şubat 2011

Eski İstanbul kışları...

Mayıs ayında doğmuş bir yaz çocuğu olmama karşın soğuk kış günlerini ve genel olarak kış mevsimini her zaman çok sevmişimdir. Çocukluğumdan beri, hava raporu kar yağma ihtimali vermeyegörsün, " Ha başladı, ha başlayacak..." diye kalkıp kalkıp camdan dışarı bakmaktan gözüme uyku girmez. Hele ki bir de kar yağışı başlamışsa, bu sefer de " Tuttu mu , tipi mi başladı , yerler tuttu mu?" diye camdan dışarı baka baka sabahı sabah ederim.


Son yıllarda, İstanbul'un artan nüfusu ve beraberinde artan motorlu taşıt sayısı ile birlikte o eski şiddetli kışlar yaşanmaz oldu. Kar yağışı ancak iki üç yılda bir görülüyor, onda da kar fazla yerde kalmıyor. Bu sene "yüzyılın soğuğu geliyor" denince bir heveslendik ama, henüz gelen giden yok vallahi. İstanbul'un kışı Şubat ayında gelir derler. Biz de o umutla beklemeye devam ediyoruz.


Yüzyılın soğuğu geledursun; gelin biz de onu beklerken bir yandan İstanbul'un eski kışlarını hatırlayalım. "İstanbul boğazı donmuş, Sarayburnu'ndan Üsküdar'a yürüyerek geçenler olmuş" efsanesi doğru mudur bakalım...


Benim bizzat yaşadığım en şiddetli kış 1986 senesinde olmuştu. O sene tam da sömestir tatilinin bitimiyle birlikte kar bastırmış, onbeş günlük sömestir tatili bir onbeş gün daha uzamış, biz öğrenciler için de bir nevi bayram olmuştu. O yıllarda Bakırköy'de oturmaktaydık ve kar kalınlığının 2 metreyi geçtiğini Ataköy'ün balta girmemiş ormanlarında (!) bizzat müşahade etmiştim.Yine o kışla ilgili unutamadığım bir sahne de, televizyondaki akşam haberlerinde Harbiye Radyoevi'nin önünden yapılan yayında, boyu iki buçuk metreyi aşan nöbetçi kulübelerinin tamamen kar altında kaldığının izleyicilere gösterilmesi ve yaşadığımız doğa olayının muazzamlığının bu şekilde vurgulanmasıydı.


Şu an çalışmakta olduğum işyeri tam da Radyoevi binasının karşısında olduğu için, zaman zaman sigara içmek için kapı önüne indiğimde yolun karşı tarafına bakar, o bembeyaz akşamı gözümde canlandırmaya çalışırım.


İstanbul'un yaşadığı bilinen şiddetli kışlardan bazıları tarihe şu şekilde not düşülmüş :


928 : Dört ay süren kış, şehir ahalisini evlerine hapsetti.Şehir ıssızlığa gömüldü,kiliseler günlerce açılamadı. Ayinler düzenleyen papazlar dualar ederek, bu felaketin bir an önce bitmesi için Tanrı'ya yakardılar. İstanbul uzun süre kar altında kaldı ve buzlarla iç içe yaşadı.


1595 : Öyle şiddetli bir kış yaşandı ki gemiler limana giremedi. Ekmek iki akçeye satılırken İstanbullular yalvararak üç akçeye alabildiler. Halk, bu şiddetli kışı ve yaşanan zorlukların nedenini saltanat değişikliğine ve tahta çıkan III. Mehmed'in ondokuz kardeşini acımasızca boğdurarak öldürmesine bağladı. Çünkü rivayete göre 27 ocak 1595 sabahı Topkapı Sarayı'ndan ondokuz tabut çıkarken lapa lapa kar yağıyordu.


1658 : Boğaz buzlarla kaplanınca, vakanüvis Seyyid Hakim Efendi tarihe not düştü :
"Buz üstünden geçen bir kimse geldi dedi tarihin. Deniz altmış sekizde dondu buzdan bendeniz geçdim"


1857 : Haliç donunca Mühendis Mektebi hocası Bostancızade Mustafa Efendi arabasıyla, yanında uşağı da olmak üzere tarihe not düşmek üzere karşıya geçti.


1927 : Şehre çok şiddetli kar yağdı ve bu kar iki sene sonra gelecek şiddetli kışın habercisi oldu.
...


Ve gelelim esas konumuza. İstanbul'un yakın tarihte bilinen en şiddetli kışı 1929 senesinde yaşanmış.5 Ocak günü şehri esir alan çetin kış şartları 12 Mart'a kadar devam etmiş ve İstanbul ahalisini kelimenin tam anlamıyla canından bezdirmiş; kurtlar Mecidiyeköyü'ne kadar inerek insanlara saldırmış, halk kıtlık tehlikesi ile karşı karşıya kalmış, sokakta kaldığı için donarak ölenler olmuş. Tuna nehrinden ve Karadeniz'in Rusya kıyılarından koparak gelen buzullar uzun süre boğaz ve haliç trafiğini sekteye uğratmış.


Sayın Cengiz Kahraman tarafından hazırlanan ve Türkiye İş Bankası yayınları tarafından basılan " 1929 kışı, bir şehir efsanesi" isimli kitapta o unutulmaz kışa ait fotoğraflar, anılar ve dönemin gazetelerinden konuyla ilgili haberler çok güzel bir şekilde derlenmiş ve bizlere armağan edilmiş. Cengiz Bey'e buradan teşekkürlerimizi ve emeğine saygılarımızı sunalım.




Bu kıymetli kitaptan alınmış çok nadide fotoğrafları aşağıda seyrinize sunmak isterim...





<><>
<><>
<><>
İstiklal Caddesi kar altında
<><>
<><>
<><>
Bir teyyareden alınmış fotoğrafta Şişhane, daha geride Kasımpaşa ve Haliç


<><>
<><>
<><>
Her zaman olduğu gibi karın keyfini çocuklar çıkarıyor.


<><>
<><>
<><>
Nuruosmaniye Caddesi: Arkada Nuruosmaniye Camii'nin silüeti , sağda ahşap evler.


<><>
<><>
<><>
Galata Köprüsü üzerinde karla mücadele


<><>
<><>
<><>
4.Şubat.1929. Feneryolu-Göztepe arasındaki yolda 2-3 metreye yaklaşan kardan duvarlar.


<><>
<><>
<><>
Silahtarağa Elektrik Fabrikası'nın önü donunca muhteşem Haliç fotoğraflarına vesile oldu.


<><>
<><>
<><>
Kömür taşıyan arabalar.


<><>
<><>
<><>
Galata Köprüsü nadir tenha günlerinden birini yaşıyor
<><>
<><>
<><>
Şehirde akrobasi hareketleri.


<><>
<><>
<><>
Göztepe tren istasyonu




<><>
<><>
<><>
Bebek sahilinde hatıra fotoğrafı çektirenler.


<><>
<><>
<><>
Emirgan'da buzdan adacıklar ve üstünde adaların yeni sahipleri.


<><>
<><>
<><>
Bebek sahilinde buz adaları


<><>
<><>
<><>
Taksim meydanında kar keyfi. Arkada, bugün AKM'nin olduğu yerde eski binalar.


<><>
<><>
<><>
Sirkeci'den çekilmiş fotoğrafta Galata bölgesi


Daha fazlası ve doyumsuz yazılar için kitabı satın almanızı öneririm. Şimdilik bizden bu kadar. Buradan merhum Sn.Ersin İmer'i de analım ve yazımızı bir tebessümle noktalayalım:



"Hepinize donsuz geceler dilerim efendim ! "



Esen kalın...