6 Temmuz 2011

Babamı dövdüler !

Bugün benim babamı dövdüler,

Gözümün önünde, yüz kişi...

Hepsi birden çullandı,

Çöktüler boğazına...

Bütün mahalleli camlarda,

Ağızlarda küfür salya,

Arka sokaklardan duyanlar akın akın geliyordu.

Yumruklar, tekmeler havada uçuyordu.

Dağ gibi adam, babam!

Kim vurduya gidiyordu.

***

Hepsi bir anda vuruyordu.

Hırsla tekrar tekrar vuruyordu.

Bir an gözgöze geldik,

Korkmuş bakışlarımdan belli ki zevk alıyordu...

Hınçla vuruyordu...

Kendi talihsizliğine vuruyordu,

Kendi çirkinliğine vuruyordu,

Kendi kalleşliğine vuruyordu,

Sanki kaderinden intikam alıyordu.

Kirli yüzünü gördüğü aynayı, şimdi elleriyle kırıyordu...

***

Bugün benim babamı dövdüler.

Gözümün önünde, yüz kişi...

Yumruklar tekmeler havada uçuyordu.

Koskoca bir çınar, bağıra bağıra ölüyordu.

Kimsecikler demiyordu, Ulan !

Evladının gözü önünde dövülür mü adam?

Suçu her ne olursa olsun,

Babam ulan o benim , babam !


Tolga AL

25 Haziran 2011

Dıgıdık! Dıgıdık!


(İlk yayınlanma tarihi 25.06.2011)

Ulu önder Gazi Mustafa Kemal adına düzenlenen geleneksel Gazi Koşusu’nun 85’incisi bu Pazar günü her zaman olduğu gibi İstanbul Veliefendi hipodromunda koşulacak. Bendeniz de neredeyse yirmi yıl aradan sonra yeniden Veliefendi Hipodromu’na giderek bu büyük heyecanı yerinde yaşama fırsatı bulacağım. Az önce Bakırköy’lü eski arkadaşlarımla yarın için Veliefendi programını yaptım. At yarışı, Veliefendi , Gazi Koşusu deyince da aklıma bir dolu eski hatıralar geldi ve hemen soluğu bilgisayarın başında aldım.

Malumunuz, Veliefendi Hipodromu’nun bulunduğu Osmaniye semti Bakırköy’ün hemen yanıbaşındadır. Hal böyle olunca da at yarışı geleneği ve kültürü her zaman için Bakırköy’de ve Bakırköylüler arasında önemli bir yere sahip olmuştur.

Veliefendi ile ilgili çocukluk hatıralarım arasında en eskisi, daha önce de bahsettiğim gibi o yıllarda işyeri Bakırköy’de olan babamın arkadaşlarından İhsan Amca, nam-ı diğer Püf İhsan’ın bizi, görevli olmayanların girişinin yasak olduğu Veliefendi’nin ahırlarına ve padok sahasına sokuşudur. Benim henüz yedi sekiz yaşlarında olduğum o yıllarda at yarışları beyler için büyük bir heyecan ve tutku olmakla birlikte, ailenin diğer üyeleri olan biz çocuklar ve anneler için de bir haftasonu eğlencesi niteliği taşıyordu. O zamanlar Veliefendi Hipodromu’nun girişinin sağ tarafında kalan geniş yeşil alan, adeta bir mesire yeri gibi hizmet vermekteydi. Aileler tahtadan yapılmış masalara sıra sıra kurulur, bir yandan mangal keyfi yapılır, bir yandan biz çocukları hipodromun diğer tarafında ve hayli uzakta olan bahis kulübelerine göndermek suretiyle at yarışı oynanır, bir yandan rakılar içilir, çoluk çocuk, bağırış çağırış keyifli Pazar günleri geçirilirdi.

Biz çocuklar için babalarımızın elimize tutuşturduğu kağıtlardaki notlar ve yanında bir miktar para ile birlikte oyunu yarıda bırakıp taa diğer tarafa gitmek, uzun süre sırada bekleyerek ikili bahis, ganyan gibi türlü türlü bahis kuponlarını yatırmak adeta bir işkenceydi. Yarışlar her yarım saatte bir olurdu. Hiç unutmam bir keresinde, bizden yaşça büyük çocuklardan biri bir uyanıklık yapmıştı. Babası her seferinde bunu bahise gönderiyor, bahisler her seferinde yatıyor, bizimki o kadar yolu boşu boşuna gittiğiyle kalıyor, üstelik paralar da havaya uçuyordu. Hal böyle olunca fırlamanın aklına dahiyane bir fikir gelir ve babasının eline tutuşturduğu bahis kuponlarını yatırmak yerine paralarını cebine indirmeye başlar. Böylelikle hem onca yolu haybeye gitmemiş olur hem oyununa devam eder, yarış sonunda her zaman olduğu gibi kupon yatınca da hiç bir şey olmamış gibi hayatına devam eder. Gelin görün ki, uyanığın foyası günün son yarışının finişiyle birlikte kopan, o saate kadar içtiği rakılarla biraz da çakır keyif olmuş babasının “ Yaşasın!!! “ nidasıyla ortaya çıktı. Evet, baba yarışın sonucunu doğru tahmin etmişti. Ama gelin görün ki ortada yatırılmış bir kupon yoktu. O çocuğun babasından fellik fellik kaçışı, babasının onu ayağında terliklerle bir oraya bir buraya kovalayışı ve sonunda zavallının yediği bir araba dolusu dayak bugün bile gözümün önünden gitmez...

Biz dönelim yine Püf İhsan’a. Püf İhsan, sevgili babamın belli bir dönem sıkça yanında gördüğümüz, ancak sonrasında sırra kadem basıp yok olan ilginç arkadaşlarından biriydi. Lakabının nereden geldiğini maalesef bilemiyorum. Bakırköy çarşısında esnaf olan Püf İhsan aynı zamanda da bir yarış atı antrenörüydü ve kendi atları da vardı. Yine böyle pikniğe gittiğimiz bir Pazar günü kendisi bizi padok girişinde karşılamış, içeri sokmuş ve ahırların, atların, seyislerin, jokeylerin arasında keyifli bir tur yaptırmıştı. Başta ben olmak üzere ailece kendimizi pek bir ayrıcalıklı hissetmiştik o gün. Yarış günü olduğu için her tarafta büyük bir heyecan ve yoğun hareketlilik vardı. Ahırların arasında kısa bir turdan sonra İhsan bizi kendi atının bulunduğu bölüme götürdü. On beş yaşının üstünde, yarış kariyerini çoktan bitirmiş ve artık damızlık olarak hizmet vermekte olan İngiliz kısrağının yarış tahtasındaki adı “Hamiyet” olmakla beraber, Püf İhsan kendisini “ Kart Orospu” diyerek seviyordu. Bıçkın, alemci ve keyifli bir adamdı Püf İhsan; hani ağzına küfür yakışan bazı adamlar vardır ya, işte o türden... Yanında bizler olmamıza karşın, dişlerinin arasına bir de sigara sıkıştırdığı ağzından, derin bir kahkahayla karışık futursuzca çıkan “Kart Orospu“ sözü insana rahatsızlık vermiyor, bilakis güldürüyordu. Beni Kart Orospu’nun, pardon Hamiyet’in sırtına oturttular. İngiliz atlarının yüksekliği neredeyse iki metre. Şuncacık ben tabi başta biraz tedirgin oldum. Bunun üzerine İhsan Amca, atın ne kadar uysal olduğunu göstermek maksadıyla, gömleğinin kollarını sıyırıp neredeyse dirseğine kadar kolunu atın ağzına sokarak, hayvanın pabuç gibi dilini tutup yarım metre dışarı çekmek suretiyle kısa bir şov yapınca, rahatladım. Evet, Hamiyet gerçekten uysal bir attı...

Yine o dönem babamın arkadaşlarından biri de Gazi kupası kazanmış bir at sahibi olan Yücel Birol’du. Gazi koşusunu kazanan atının adı Vidar’dı ve hatta o yıllarda Sinema 74’ün sokağında bulunan mağazasının adını da “Vidar” koymuştu. Bir akşam Yücel Bey’lerin Ataköy’deki evlerine misafirliğe gitmiştik ve o akşam salondaki büfede Vidar’ın kazanmış olduğu Gazi Kupası’nı yakından görmüş, hatta ona dokunmuştum. Ancak o akşam benim daha çok ilgimi çeken ve hafızamda iz bırakan şey, kupalardan ziyade hali vakti yerinde bir adam olan Yücel Bey’in o yıllarda çok moda olan geniş tabla şeklindeki yan yana dizilmiş müzik setleri olmuştu.

Çevremizde sadece at sahipleri yoktu tabii. Mesela ünlü jokey Süleyman Akdı’nın kız kardeşi bizim sokakta otururdu ve Süleyman Akdı’yı sık sık mahallemize gelip giderken görürdük. Efsane jokeylerden Ekrem Kurt’un oğlu da, Ataköy Deniz Kulübü’ndeki abilerimizden biri olan Fatih Abi’ydi.

O yıllarda Bakırköy’de bir çok altılı ganyan bayii vardı. Bu bayilerden bazıları aynı zamanda kahvehane olarak da hizmet verirdi ve özellikle yarış günleri yarış aleminin duayenleri, at sahipleri , büyük bahisçiler, eski kulağı kesikler, hepsi buralarda toplanırdı. Bazı Pazar sabahları babam beni de yanına alarak bu kahvelere götürür, orada yoğun sigara dumanı ve bitmez tükenmez bir tüyo muhabbeti arasında birlikte altılı ganyan oynardık. O zamanlar bahisler şimdiki gibi elektronik olarak oynanmaz, kendinden karbonlu altı yapraklı kağıt kuponlara doldurulur, bu kuponların üzerine bir de pul yapıştırılır, nüshalardan biri bahis oynayana verilir, diğer nüshalar ise muhakkak yarışlar başlamadan belli bir süre öncesinde, bayii sahibi tarafından Veliefendi’ye götürülerek elden teslim edilirdi. Yarışların başlamasına yakın, bu kahvelerde “Beyler kuponları bağlayalım! Ahmet (veya her kimse) gidiyor! “ gibi duyurular yapılırdı. Tabii bu iptidai yöntemden dolayı, yukarıda anlattığım masum bahis yolsuzluğuna benzer, kuponların zamanında yetiştirilememesi, ya da oynanmış büyük meblağlı kuponların bilerek yatırılmaması gibi olaylar da sık sık yaşanır ve at yarışı müdavimleri arasında sıkça konuşulurdu.

O yıllardan hatırımda kalan bir ayrıntı da, dükkanların duvarına, tutulan futbol takımının kadro posterlerinin yanısıra dönemin ünlü atlarının resimlerinin de asılıyor olmasıdır. Mesela Ebuzziya caddesi üzerindeki manav Ruşen’in duvarında beyaz renkli ünlü bir İngiliz aygırı olan Tünkut’un posteri olduğunu çok net hatırlıyorum. Demek ki eskiden gazete ve dergiler bu tarz posterler de veriyordu... Bunlar genelde o esnafa bahiste para kazandırmış atlar olurdu. Ünlü atlar demişken, Tünkut’un yanı sıra eskilerden aklımda kalan Cartegena, Seren , Devir, Yavuzhan, Karayel, Nadas, Hafız, Abbas, Uğurtay, Haberbatur, Sunday Surprise gibi ünlü safkanları sayabilirim. O yıllarda, ölen atlar Veliefendi yarış pistinin ortasındaki boş araziye rastgele gömülürdü. Şimdi nasıl bir yöntem izleniyor bilemiyorum. Sözünü ettiğim ganyan kahvelerinden birinde, bir yarışseverin Seren isimli aygır öldüğünde çok üzüldüğünü ve şöyle bir fikir ortaya attığını hatırlıyorum: “ Abi, bu hayvandan çok kişi ekmek yedi. Bu atı öylece arsaya atmaktansa postundan cüzdan filan yapıp satsalar fena mı olur? Eminim herkes almak isteyecektir...” Gerçekten çılgın bir proje değil mi? Ben gerçekleşmiş olduğunu pek zannetmiyorum.

Polonezköy'de çekilmiş bir fotoğraf. Arkada oturan çocuğu tanıdınız mı?
Neyse, sizi daha fazla sıkmayalım. Yarın 85. Gazi Koşusu’nu seyretmek üzere Veliefendi’ye gidiyorum. Veliefendi’nin tarihi, ilginç bahis hikayeleri ve bazı başka anıları da bir sonraki yazımıza saklayalım. Bakarsınız şansımız yaver gider, bir de tatil parası kazanırız. Ne demişler: “ At koşar, baht kazanır “ .

Bana yarın için şans dileyin efendim. Şimdilik esen kalın...

Tolga AL

25.06.2011 Erenköy İstanbul

12 Haziran 2011

Mazideki Bakırköy...

Çocukluk yıllarımın Bakırköy'ünü hep özlemle hatırlarım. Ben henüz sekiz aylıkken yerleşmişiz Bakırköy'e. Ayakkabı esnafı olan babamın o yıllarda çalıştığı dükkan Bakırköy çarşısında, postane binasının hemen karşı köşesindeymiş. Bakırköy'ün sahil tarafında Zeytinlik Mahallesi Pancar sokakta bulunan evimizden , o yıllarda Vita yağ fabrikasının bulunduğu arka yolu kullanarak, önünde bebek arabası ve içinde benle birlikte babama giderken yol o kadar  ıssız olurmuş ki, "Korkudan hızlı hızlı yürümek zorunda kalırdım..." diye anlatır hep annem.
Kennedy caddesi olarak bilinen sahilyolunun henüz olmadığı yıllara yetişemedim. Ancak sahildeki Meriç ve Sohbet çaybahçelerini,Viyana Lokantası'nı, langırt salonlarını ve büyük atlıkarıncayı, çarşıda içinde bir de saat tamircisi barındıran meşhur turşucu Şükrü'yü, Sayanora Sineması'nı,Yeşilköy'e dondurma yemeye gidip fayton ile dönüşlerimizi hatırlıyorum. Ömrümün en güzel dönemini geçirdiğim Ataköy Deniz Kulübü'nden ise sizlere "Kulüp" isimli yazımda bahsetmiştim.  
  
Gelin görün ki, hiç yaşamamış olsam da Bakırköy'ün daha da eski dönemlerini, 40'lı 50'li 60'lı yıllardaki halini de her daim  müthiş bir özlemle anar, daha doğrusu hayalini kurarım. Nasıl kurmayayım ki... Bir semt düşünün ki, hemen denizin kenarına kurulmuş,ortasından tren yolu geçiyor ve dört bir yanı koruluk, ağaçlık. Daha ne ister insan?...


Her ne kadar yaşamamış olsam da, Bakırköy'ün namlı balıkçıları Dikran Reis ve Şahin Reis'in hikayelerini, Atatürk'ün kızkardeşine ev bakmak için Bakırköy'e gelişini, hatboyundaki ünlü Bulgar dondurmacıyı, Gençler caddesinin isminin nereden geldiğini ve türlü türlü daha bir çok hatırayı Sn. Rasin Örsan'ın "Kaybolan Bakırköy", Sn. Turgay Tuna'nın " Biz zamanlar Bakırköy" ve Sn. Selçuk Erez'in " Makriköy'e dönüş" kitaplarından okuyup, hafızama nakşettim.

Yine geçenlerde kıymetli "hemşerim" Sn. Zeynep Erkut'un Bakırköy Zeytinlik mahallesinde geçen çocukluk yıllarını ve o yılların Bakırköy'ünü anlattığı bir yazısını, büyük bir zevkle ve hiç bitmemesini dileyerek okudum. Akabinde Facebook sayesinde kendisiyle irtibata geçerek, öncelikle hürmetlerimi sundum ve bu keyifli yazıyı sizlerle burada paylaşmak için iznini istedim. Son derece saygıdeğer ve mütevazı bir hanımefendi olan Zeynep Hanım, bundan büyük mutluluk duyacağını belirtti. Kendisine huzurlarınızda bir kez daha saygılarımı ve teşekkürlerimi sunarak, bu keyifli yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Son söz olarak şunu söylemek isterim. Aslına bakacak olursanız Bakırköy'ü benim için bu kadar özel kılan şey, kendi adıma Bakırköy'de büyümüş olmaktan öte bir şey değil. Maziye baktığınızda İstanbul'un bütün semtlerinin, Fatih'in , Kadıköy'ün, Galata'nın, Üsküdar'ın, Beşiktaş'ın da aynı güzel hatıralarla, aynı güzelliklerle, aynı güzel insanlarla dolu olduğundan şüphe yok. Geçen senelerle birlikte yitirilmiş olan sadece eski güzel yalılar, yollar, ağaçlar  değil de asıl insanı insan yapan değerler sanırım.

Doksan iki yaşında vefat eden rahmetli haminnem, bilmeyenler için açıklamak gerekirse annemin anneannesi, "Binayla zina arttığı vakit kıyamet vakti yaklaşmıştır" dermiş hep. Artan bunca nüfusu ve günümüzde yaşanan bunca ahlaksızlığı gördükçe düşünmeden edemiyor insan. Acaba o gün geldi mi dersiniz ?...       

Esen kalın efendim...

--------------------------------

ZEYTİNLİK MAHALLESİ BİR MASAL MIYDI ?
Zeynep Erkut

Kabristan’da sessizlik hakimdi...İçimden herhangi bir işaret için babamın mezarının başucundaki ağaca seslendim ve ağacın tam da o anda tüm yapraklarını Bakırköy’den geçip giden ve bir daha rastlanamayacak olan eşsiz insanlar ve güzellikler gibi hızla döktüğünü, ardından da rüzgarın onları sağa sola savurduğunu farkettim...

Belleğimde doğruluğundan hiçbir zaman emin olamayacağım,sevgili annemin kucağında koyu yeşil’e boyalı bir demir kapıdan türlü ağaçlar ve çiçekler içindeki kocaman bir bahçeye girişimiz ve ufuk çizgisinde kaybolmakta olan kızıllıkla başlıyor Bakırköy’e doğuşum. Dedeciğimin, yani İstiklal savaşı muhariplerinden, yeni cumhuriyetin değerli müsteşarlarından, İETT Genel Müdürü Kadri Musluoğlu’nun emeklilik ikramiyesi ile almış olduğu Bay Parisi’nin yalısında tüm ailemle geçen rüya gibi çocukluk anılarım...Mormenekşe Sokak No. 9 ve Ömer Naci Sokak No.110’un kesiştigi köşe, iki katlı evimizi çevreleyen o çok büyük bahçe ve leylak ağaçları ile kaplı deniz üstü bölümü, upuzun iskelesi, kayıkhanesi ile tüm mahallelinin sıra ile kullandığı hamamı hep bu yalıya ve çocukluk anılarımın ince ince işlenerek hızla tırmanılmış katlarına aittir. Önce komşuların sonra eşin dostun ihtiyacını karşılayan Ihlamur ve Çam ağaçlarının yanısıra tadlarına doyulmayan can erik, nar, eşsiz incir, ceviz, vişne, üzüm, reçellik mürdüm eriği,kara dut, beyaz dut ve şamfıstığı ağaçları çifter çifterdi.Çam ağaçlarının iri ve sağlam gövdelerinin arasında ise ya kalın bir daldan sarkıtılmış ya da sıkıca o sağlam bedene sarılmış bir salıncak olurdu. Ortadaki havuz toprakla doldurulmuş, içine yediveren gülleri, gece sefaları ekilmişti. Binanın girişinin iki tarafında mis gibi Hanımeli ağaçları ve iri,iri Margaritler...

Denizden bakınca sol yalı komşumuz bugün hepsi rahmetli olan Alişan Beyler ve kardeşleri Suat teyze ile kızları Üge ve Sevgi ablalar...ve Alişan Bey’in oğulları Ercan ve Erdoğan ağabeyler...Şişman Erdoğan diye anılırdı. Bana yemek yedirebilmek için onunla korkuttuklarını hatırlarım.Daha ileriki yıllarda onu tüm heybetiyle bazı Türk filmlerinde görüp birden artık beni güldürdüğünü farketmiştim. Rivayete göre dedemler bu yalıya ilk taşındıkları günlerde Alişan beyler bahçeye gelerek dua etmiş ve nedense artık komşuları bir Müslüman oldu diye Tanrı’ya teşekkür etmişlerdi.Penceremden sevgili Suat teyzenin bir yandan sigarasını, kahvesini içerek mis gibi çamaşırları bahçelerine asışını izlerdim. Uzun yıllar aileden öte dostlarımızdı onlar...

Ömer Naci Sokak’ın denizle birleştiği çıkmaz noktada, yani hemen önümüzde tüm mahallelinin her boy, her renk ama mutlaka ahşap teknelerini bıraktığı bir kayıkhane vardı. Yani orası bir çıkmaz sokak değil de herkes için denize açılan bir kapıydı. Mormenekşe Sokak No.7’de ise halen birlikte olduğumuz canım dostum Deniz ile tüm çocukluğumuzu ve gençliğimizi paylaştığımız ve bahçemize sonradan yapılmış olan, uzun balkonlu ev vardı . Eski Bakırköylüler belki bugün bile hala o iki küçük kızın silüetini balkonun bir köşesinde otururken hayalen canlandırabilir .O evde Fatma ve Şahap Özmen; adeta anne , baba yarılarım. Fatma teyze yani Deniz’in annesi taa o yıllarda teknesine binerek tek başına koskoca sinaritler tutan dünyalar güzeli genç bir hanımdı. Herkesin hiç değilse bir kayığı vardır diye düşündüğümüz yıllardı ve bizler azları o güzelim ahşap teknelere binip bugünkü Ataköy’ün sahilindeki ıssız kumsala gider, pırıl pırıl ışıldayan turkuvaz denize girer, dibinden deniz minareleri toplardık. İlk yüzme derslerimizi orada almıştık. İlk defa balığa o teknelerle çıkmıştık. Rahmetli babamın dokuz küfeli bir tonuzu vardı ve aşağı yukarı her gün bu küfelerden mutlaka konu, komşu ile paylaşılacak sekiz,dokuz ıstakoz çekerdik . Bolca da karides çıkardı hem yemelik, hem de yemlik.Tonozun kerterizi sağda bez fabrikasının bacası ile önündeki top ağaç solda ise Miltiyadi gazinosu ile arkasındaki yüksek binanın üstüste gelmesi ile sağlanırdı.

Mormenekşe sokak No.5’in üst katında eski Emniyet Sandığı genel müdürü, beyfendiler beyfendisi rahmetli Halim Umay ve eşi rahmetli Melahat Umay . Melahat teyze mahallemizin bol kahkahalı , şık, titiz ve kültürlü hanımlarından biri idi. İlk evliliğinden olan oğlu Melih Yıldızlar çok gençken çalışmaya başladığı, hem teyzemin;hem dayımın hem de benim yıllarla çalıştığımız Unilever’de (yani Vita Fabrikası’nın bağlı olduğu şirket) kıdemlenerek en üst uluslararası yetkililerden biri olmuştu. Üge abla ile Melih Ağabey Romeo ve Juliyet’e taş çıkartacak bir aşka tutulduklarında bizim sağımız ve solumuzdaki yalıların gençleriydi. Evlerinden çıkıp, buluşmak için beni baruthane çayırlarında gezdirmeyi bahane ederlerdi.Şarkıları da hala içimi titreten Nat King Cole’un “Too Young”ıydı. Aynı evin alt katında ise bugün ailecek rahmetli olan dostlarımız sevgili Remziye teyze ve Deniz Kuvvetlerinin yıldızı olan, çok erken kaybettiğimiz eşi Nurettin Yıldızlar ve oğulları, yakın arkadaşlarımdan son yıllarda aniden öbür dünyaya göç eden, her türlü el becerisinde üstad Selçuk vardı.

Ömer Naci Sokağın karaya doğru devamında bize göre sağ köşede bahçesi kalın tel çitle çevrili, hanımeli kokulu Bolton’ların evi.Yakın zamanda onbeş gün ara ile rahmetli olan sevgili İzmaro(İzmarağda) teyze ve kocası hipodromun mühendislerinden Suha Ali Bolton, çocukları İdil ve Sevil. İzmaro teyze belleğimin en renkli kişiliklerinden biri. Her zaman rengarenk çiçekli elbiseleri, canlı ve sevgi dolu komşuluğu ile bana paskalyalarda yumurta tokuşturmayı ilk öğreten ve Rumca’yı hepimize sevdiren hayat dolu bir kadın. Derken onların bahçesinin Ebuziya köşesinde babaları Ali Suat Bolton ve bahçedeki yerinden hiç kıpırdamayan üstü ahşap arabası. Boltonların evinin Ömer Naci sokaktaki yan komşusu ise Yeşilköy hava limanındaki görevi nedeni ile nam-ı diğer Kule Mustafa ve ailesi...

Ömer Naci sokağın bize göre sol tarafında ise köşeden itibaren bugün yerinde yerler esen güzelim Akaretler evleri. İlk evde Suha Bey ve camından sürekli etrafı gözleyen annesi Madam Sara. Yan komşuları babası omuzları bol yıldızlı bir asker ailesi ve çocukları ; o zamanlar niye birden yok olduğunu anlayamadığımız Tanju ve bugün kimbilir nerelerde olan kardeşi Gökhan. Onların üst katında balkonları Mor Menekşe sokağa bakan en değerli yaşlılarımız , İstiklal Savaşı gazisi Vehbi-Saibe Tümay ve son yıllarda vefat eden kızları Beraat , Nezahat teyzeler. Herikisi de o devirlerde çalışma hayatında olan başarılı memureler. Onların yanındaki dairede gerçek bir beyefendi Sumerbank Bez Fabrikası üst düzey yetkililerinden Abdullah Erem ve zamanının en “varda kosta” kadınlarından neşe kaynağımız eşi Güher Erem ve oğulları yakışıklı akadaşımız, hatta ağabeyimiz Kadir Erk Erem. Eremlerin alt katındaki bölümde ise Çakılcıyan ailesi ve can arkadaşlarımız yakışıklı Varujan ve Agop biraderler.Bugün bile Varujanı omzunda motoru evden çıkıp yavaş yavaş teknesine doğru sokağı katederken çok net hayal edebilirim. Üst katlardan birinde Nesim Pinhas ve ailesi , kızları herkesle ahbap, iyi yüzücü Lelet abla ve oğulları rahmetli Erol ağabey.

Ebuziya Caddesinin denizle birleşen ucunda ise, ahşap bölümünün tahta ayakları deniz’e çakılı bir veranda gibi duran ve bütün Bakırköy’lülerin anılarının en müstesna köşesini, hoş bir anason kokusu ile süsleyen meşhur Viyana Gazinosu ve güler yüzü ile sevecen tavrı hiç eksik olmayan Nafi Bey ile şef garsonu Todori. Bu gazino mahallenin ve hatta Bakırköy’ün erkek çocuklarının sünnet düğünlerinin şarkıyla mizah üstadı Celal Şahin’in akordeonu eşliğinde yapıldığı bir lokal olmakla da ün salmıştı. Haftada en az iki gün anne babalarımızın kadeh tokuşturduğu bu güzelim mekanda yediğimiz balıklar, şiş köfteler hala hatırladıkça ağzımızı sulandıran tadların damağımıza yerleşmiş en seçkin bölümünde yer alır.

Viyana Gazinosunu arkanıza alıp Ebuziya Caddesinde ilerlediğinizde o zamanlar çevrede tek olan köşe bakkal Mösyö Ligor’a kadar hala Zeytinlik Mahallesiydi. Asık suratlı Mösyö Ligor gizli, gizli ilk Tom Miks, Teksas dergilerimizi aldığımız minicik ama aradığınız herşey bulunan , karmakarışık bakkalımızın sahibiydi. Kağıt kaplı teneke kutularda katkı malzemesiz Arı marka çok leziz tuzlu krakerler, Mabel çiklet, Golden çukulata ve diğerleri... Türkiye’nin yüzkarası 6-7 Eylül olaylarında mahallelinin Ligor’u ve diğer gayrımüslim komşularımızı nasıl cansiperane koruduğunu o geceyi dehşet içinde yaşamış olanlardan defalarca dinlemişizdir.

Viyana Gazinosunun sağında yukarıya doğru , daha sonra yıkılıp Bakır Apartmanı adını alan, dayımın sevgili arkadaşı, günümüzün tanınmış ressamlarından Muhsin Kut’un ailesinin evi, onların karşısında gene çok şık bir bahçe içinde çekik gözleri nedeni ile Tatar güzeli denen, Bilge abla ve ailesinin yaşadığı ev. Ressam Muhsin Kut’un evinin hemen sağında sonraları rahmetli Adil Peküstün tarafından çok şık bir apartman olarak inşa edilen Beyaz Yalı. Geçen yıl kaybettiğimiz Süheyla Saltukoğlu ile oğulları Ateş ve elektronik haberleşme yoluyla hala görüşebildiğimTuğrul hem Beyaz Yalı’da hem de Bakır Apartmanında oturmuş olan şanslılardandı. Bakır Apartmanında aynı zamanda teyzemin ilk evliliğinden akrabalarımız olan Saibe Uras hanımefendi, akordeonuyla bizlere hoşça vakit geçirten oğlu yakışıklı Faruk Uras ve onun kızı sevgili Ayşe abla otururdu. Onların sol yanında ise sarı uzun saçlarını Birigitte Bardot gibi önüne düşüren bisikletli Alev ve yaramazların kralı olan kardeşi ilkokuldan sınıf arkadaşım Mehmet’in oturduğu dar, üç katlı ve demir kapılı ev.

Yüzümüzü deniz’e dönerek bizim yalının en sağ tarafına geçecek olursak Mormenekşe sokağın sonunda denize çıkıntı yapan burnun üzerinde, daha sonraları Baruthane’ye koruma sağlayan askeri karakol olarak kullanılan Novotni’nin köşkü ve şimdilerde Ataköy’ün kapladığı alan olan Baruthane tarlaları, çeşitli ağaçlar ve Osmanlı’nın Baruthane yapıları vardı. Canımız ebegümeci çektiğinde elimizde sepetler o tarlalardan ebemeci toplardık ve evlerimizde kuru bamya ile pişirilirdi. Kar yağdığında ise tüm komşuların evlerindeki tahta merdivenleri çıkarıp o tarlalarda kayak kayarak bizleri karşıladığı ve hepimizi bindirerek kaydırdığı günleri hatırlarız hala. O karlı günlerde sokaklarımızdan bir otomobil geçse izi hemen görülürdü ve zaten tüm Bakırköy’deki özel otomobil sayısı ancak 10-15’di.

Mahallemizde komşuluk kocaman bir aile demek olduğundan evlerde pişen güzel yemeklerin herkese gönderilmesinin yanısıra arada sırada bizim bahçede düzenlenen yemek yarışmalarında yemekleri yiyip değerlendirmek olağan faaliyetlerdendi. Kiraz ağacı çiçeklenmeden alınan odun, kömürün en iyisi ve en ucuzunu herkes birbirine haber verir, ve geldiğinde kömürlüklere indirilmesine hep beraber nezaret edilirdi. Çiçeklenme mevsimi geldiğinde bahçemizdeki Ihlamur ağaçlarının altına bembeyaz çarşaflar serilir ve kurutulmak üzere ıhlamurlar silkelenirdi.Tüm mahallenin kışlık ıhlamur ihtiyacı karşılandığı gibi çok uzaktaki eşe, dosta da ulaştırılırdı.

Hele bayramlar gerçek bayram olur ve bizlere çil çil paralar ile mendiller demek olan, komşular arası müthiş bir kutlama trafiği başlardı. Benden gizli gizli kesilen kurbanlar’dan yapılan kavurmalar , Beyoğlu’na inilerek Hacı Bekir’den alınmış akide şekerleri, lokumlar ve çeşitli likörler paylaşılırdı. Biz çocuklar her evde birşeyleri afiyetle mideye indirdiğimizden günün sonunda mide fesadına uğrardık.Yaşadığımız çevre zaten doğal bir lunapark olduğundan sanırım ayrıca lunapark’a gitmeye hiç ihtiyaç duymazdık.

Mahallenin çocuklarından birine bisiklet alındığında sanki diğerlerine de alınması şartmış gibi çil çil bir sürü bisikletin yollara dökülmesi kaçınılmazdı. Bazı akşamlar yemekler birlikte yenir ve çocuklara gün doğardı. Gündüzleri bahçede köşe kapmaca, saklambaç, üç taş, kuka ve “bizden size kim düşe” oynamaktan yorgun düşmüş bedenler bu buluşmalarda yeniden canlanır ve birlikteliğin tadını çıkarırdı.

Meğer biz o yıllarda gerçekten eşi bulunmaz bir sevgi yumağı içinde ,terbiye, görgü, bilgi ve güzel bir Türkçe ile donanarak büyütüldüğümüzün farkında olmadan, denizimizin, yeşilliğimizin, ağaçlarımızın, çiçeklerimizin, temiz havamızın ve korna sesiyle bozulmayan sessizliğimizin hep öyle kalacağını sanarak, tasasız bir gençliğe doğru yelken açarmışız...Bugün kaybettiğimiz Bakırköy’ün ve Istanbul’un ardından özlemle bakarken ancak o günleri yaşayanların burunları sızlayarak “bu mahalle bir masal değildi” diyebileceklerini biliyor ve hissediyorum...

16 Mayıs 2011

Açıklama !

Sevgili dostlar,

Hepinizce malum olan, Türkiye'nin ileri demokrasi sınavı sürecinde yaşadığımız bazı teknik aksaklıklar nedeniyle yazılarımıza bir süreliğine ara vermek zorunda kalmıştık.

Çok yakında yepyeni içeriklerle kaldığımız yerden devam ederek yeniden karşınızda olacağız.

O zamana dek esen kalın...


www.fotobulanik.com

15 Mart 2011

Geçmiş olsun İbo!

Ülke iki gündür İbrahim Tatlıses'in vurulması haberiyle çalkalanıyor. Hiç beyazlamayan(!) kömür karası saçları ve bıyıklarıyla İbo'ya ölümü konduramıyor insan. Kendisinin kameralar önündeki o sıcakkanlı ve sevecen tavrının aksine, özel hayatında çevresindekilere karşı son derece hoyrat ve kaba bir insan olduğundan şüphem yok. Olayı duyunca "Ya birinin hakkını yemiş ya da birine kabadayılık yapmıştır" diye geçti aklımdan. Çevremde konuştuğum birçok kişiden de buna benzer yorumlar duydum.

Öte yandan televizyondan izlediğimiz kadarıyla, geniş bir hayran kitlesi karalar bağlamış, şimdiden yas tutuyor. Seveni çok İbo'nun... Urfa'dan otobüsler dolusu hısım İstanbul'a doğru yola çıkmış. Ülkemizin bilindik ünlüleri kara gözlükleri ile bu sefer Teşvikiye Cami yerine hastane önünde toplanmış, sevgi ve üzüntü dolu mesajlar veriyorlar. Adamda para olunca dayağı bile tatlı oluyor. Geçmişte İbo'nun hışmına uğramış dayakzede hatunlar dahi tekmili birden hastane önünde ve gözyaşları içinde:

- Sevgi dolu bir insandı...

Başbakan dört kez telefonla arıyor, yetmiyor bir de kalkıp bizzat hastaneye geliyor, doktorlara ne gerekiyorsa yapmaları talimatını veriyor. Sanki demese yapmayacaklar...

***
Ben de İbrahim Tatlıses'i severim aslında . İbo Türkiye'dir... İbo'nun hayatı ve otuz senelik kariyeri, Türkiye'nin son otuz sene içinde nereden nereye geldiğinin de kısa bir özeti gibidir.

70'li ve 80'li yıllarda Türkiye'de türkçe müzik dinlemek neredeyse ayıplanacak, utanılacak bir şey sayılırdı. Gece kulüplerinde, arkadaş toplantılarında filan türkçe müzik çalmak kimsenin aklına dahi gelmezdi. Öte yandan, bu yabancı müzik özentisinin yanısıra köklü bir de gazino geleneği vardı. Kaliteli Türk Müziği bu gazinolarda dinlenirdi. Türkü ve arabesk ise kelimenin tam anlamıyla hor görülür, aşağılanırdı. O zamanlar bu tarz müzik, şehir hayatına adapte olamamış, ezilen sınıfın müziği olarak bilinirdi. Eğitimli ve ince zevkleri olan kesim ise ecnebi müziği tercih ederdi.


Bugün Türkiye'nin geldiği nokta ortada. O zamanlar küçümsenen arabesk, tüm yan ürünleri ile birlikte gelişip serpildi ve bugün ülkenin hakim kültürü oldu. O zamanın ezilen, "dışarlıklı" denilen kesimi, bugünün yöneten kesimi oldu. Ve yine o zamanın hor görülen İbrahim Tatlıses'i de, bugünün özel jetiyle gezen büyük sanatçısı ve işadamı oldu.

Hatta ve hatta günümüz Türkiye'sinde, bu sefer eğitimli ve ince zevkli insanlar artık neredeyse dışlanır ve hor görülür oldu. Tabii burada eğitimli ve ince zevkli diye nitelediğimiz kesimin "The Shit" adlı yazımızda bahsettiğimiz Amerikalı Türkler olmadığının da altını çizelim.

Hangisi doğru, hangisi yanlış, orası sizlerin yorumuna kalmış...

***
Aslında gayet kötü bir film olmakla beraber, başrolünde Metin Akpınar'ın oynadığı "Abuzer Kadayıf" filmi İbrahim Tatlıses portresini çok güzel çizmiştir.


***
Bendenizin de İbrahim Tatlıses ile iki kere yüzyüze karşılaşmam olmuştur. Birincisinde bundan tam yirmi sene önce Çeşme Altınyunus Oteli'nde gecenin çok geç bir vaktinde otelin teras barında rastlamıştım kendisine. Neredeyse gün ağıracak, ortada kimsecikler yok. Sadece ben ve ayıptır söylemesi yanımda manitam, eğlence dönüşü sabahı bekliyoruz. Baktık altında şort, üstünde atlet, ayağında şıpıdık şıpıdık terliklerle İbrahim Tatlıses çıkageldi. Babayı uyku tutmamış anlaşılan. Biz de hemen " Vay! İbrahim Abi" şeklinde laf attık tabi. Orada sabah vakti bir müddet laflamıştık.

Bir keresinde de Mercedes'te çalıştığım yıllarda, bizim ofislerin hemen altında bulunan teşhir salonundan " Hüoooop! Heeeeey! " şeklinde bir bağrışmalar gelmişti. Normalde bizim oradan satış olmamasına karşın, boş durmasın diye teşhir salonuna güncel otomobil modellerinden koyardık. Salon dediğim de kocaman, kubbeli filan bir yer; bağırışlar hamam gibi eko yapıyor. Aşağı doğru kafamı uzattım, bir baktım ki bağıran İbrahim Tatlıses. Her zamanki teklifsiz ve aşırı özgüvenli tavrıyla, şöhretini kullanarak güvenliği atlatmış, soluğu otomobillerin yanında almış. Hüooooop! diye bağırarak ilgilenecek birini çağırıyor anlaşılan. Ben indim, kendisiyle ilgilendim. Sevgilisi Asena'ya araba bakıyormuş baba (!) Kendisini güzelce ağırladık, bilgi verdik, oradan satışımız olmadığını belirterek, nazikçe yetkili bir bayimize gönderdik. O günden sonra da o bağırışlarını hiç unutmayıp, aklımıza geldikçe güldük.

Neyse , lafı daha fazla uzatmayalım. Sözün özü, bu iyi olmadı, hem de hiç iyi olmadı İbo. İnşallah en kısa zamanda eski sağlığına kavuşursun. Senin ve beraberinde Türkiye'nin gelecek maceralarını merakla bekliyoruz...

20 Şubat 2011

Oscar'ı beklerken...

Oscar ödülleri ile ilgili ilk hayal kırıklığımı 1990 senesinde yaşamıştım. O sene, Martin Scorsese'nin doyumsuz mafya üçlemesinin ikinci filmi olan ve derhal "İlk on" listemdeki yerini alan Goodfellas yerine, hem "En iyi film" hem de "En iyi yönetmen" ödülleri, Kevin Costner'in ilk yönetmenlik denemesi olan ve ABD tarihinde Kızılderililere yapılan zulmü gözler önüne sermesi dışında kanımca başka bir artısı olmayan Kurtlarla Dans filmine verilmişti. Kevin Costner'in bu filmin ardından soyunduğu iki yönetmenlik denemesinde Waterworld ve Postacı ile ortaya koyduğu performans, sanırım o sene yapılan haksızlığın en iyi kanıtlarıdır. Zaten devamında da yönetmenlik hevesinden vazgeçti kendisi...


Benim için esas yıkıcı olan darbe ise 1998 senesinde geldi. O sene adaylar arasında " Er Ryan'ı kurtarmak" ve "Thin Red Line" gibi iki destansı yapıt varken "En iyi film" ödülü , bence hafif bir romantik komedi olmaktan öteye geçemeyen ve başrolünde bizim Doğuş'un oynadığı (!) Shakespeare in Love filmine gitti. Neyse ki o sene akademi, hakkını teslim ederek en iyi yönetmen ödülünü Steven Spielberg'e verme büyüklüğünü gösterdi.


Haydi bunu da hazmettik... Daha sonraki yıllarda yaşanan bazı tuhaflıkların üzerinde bile durmuyorum. Mesela 2004'te "En iyi erkek oyuncu" ödülünün Mystic River'daki rolü ile Sean Penn'e verilmesi ?!... Hala anlayabilmiş değilim.

Hepsi bir yana ama en son geçen sene yaşanan skandal, Oscar ile aramdaki bütün bağları kopardı. Bence hem sinema tarihinde hem de insanlık bilincinde çığır açan, baştan sona ağzım açık seyrettiğim Avatar dururken, hem "En iyi film" hem " En iyi yönetmen" ödüllerinin sıradan bir savaş filmi olan The Hurt Locker'a ( bu ismin de ne anlama geldiğini anlayabilmiş değilim, bilen varsa bana açıklasın lütfen...) verilmesini, inanın hala hazmedemiyorum ! Zaten bu filmin, en iyi film Oscar ödülünü kazanıp da en az hasılat yapan film olma rekorunu elinde bulundurması, bunun ne kadar skandal bir karar olduğunu ispatlıyor sanırım ( Bütçe : 11 Milyon Dolar , Toplam Hasılat : 12 Milyon Dolar ).

Akademi, gerçekten de bazen insanı çileden çıkarabiliyor. Bazen de, aynı sene içinde çekilmiş birden fazla iyi filmin birlikte aday olması, aralarından biri ya da birkaçı için şanssızlık olabiliyor.


Adaylığı olmasına karşın hiç ödül alamayan bazı unutulmaz filmler (aday olduğu kategori sayısı):
  • The Shawshank Redemption - 1994 (7)
  • Taxi Driver - 1976 (4)
  • Psycho - 1960 (4)
  • Empire of the Sun - 1987 (6)
  • The Color Purple - 1985 (11)
  • The Remains of the Day - 1993 (8)

Ek bir ilginç bilgi daha...Bugüne kadar Oscar ödülünü reddetme kudretini gösterebilen sadece iki kişi olmuş. Bu kişiler Patton filmindeki rolü ile bu ödüle layık görülen George.C. Scott ve Godfather filmindeki rolüyle ödülü kazanan Marlon Brando. George C. Scott'ın gerekçesi canlandırdığı General Patton karakterini gerçek hayatta asla tasvip etmemesiydi. Marlon Brando ise Yerli Amerikan halkına yapılan haksızlıklara dikkat çekmek için ödülü geri çevirmişti. Ancak kendisinin daha önce Rıhtımlar Üzerinde filmindeki rolüyle kazandığı bir Oscar ödülü daha bulunduğunu hatırlatalım.




* * *

Sinema bizim dünyamız... Bazen politik kararlar verilse de, sırf gönül almak için ödüller dağıtılsa da, kızsak da, eleştirsek de... 27 Şubat gecesi televizyon karşısına geçip her sene olduğu gibi büyük bir heyecanla Oscar ödül törenini izleyeceğiz. Her yıl geleneksel olarak o sene içinde hayata veda etmiş olan sinema insanlarının tek tek anıldığı ve bütün salonun ayakta alkışlayarak saygı duruşunda bulunduğu bölümde yine duygulanacağız...


Bu küçük heykelcikle benim de buruk bir anım vardır aslında. 1995 senesinde bir vesileyle Los Angeles şehrine gitme imkanım olmuştu. Peşinen söyleyeyim ki Hollywood Bulvarı denen yer hiç de öyle hayal ettiğimiz gibi bir yer değil. Her köşe başından ünlü bir sima filan çıkmıyor. Yıldızlarından ziyade, adım başı benden sigara isteyen cankileriyle hatırladığım, tamamen turistik, mağazalarla dolu uzunca bir cadde. Hediyelik eşya mağazaları özellikle meşhur Çin Tiyatrosu çevresinde yoğunlaşmış. İşte o yanyana dizili hediyelik eşya mağazalarında çok hoş bir hediye satılıyor. Gerçek boyutlu Oscar heykelciklerini, üzerilerinde yazılı "En iyi Baba" , "En iyi Anne", "En iyi Koca", "En iyi Sevgili" gibi türlü kategorilerle satın alabiliyorsunuz. Ne kadar güzel bir hediye fikri değil mi ?... O vakitler hayatımda bir " En iyi Sevgili " yoktu. Hoş, hiçbir zaman da olmadı gerçi... Ancak gelin görün ki, bazen insanın basireti bağlanır ya hani... o olmayan sevgiliyi düşünürken... iyi bir sinema izleyicisi ve filmleri sadece izlemeyip aynı zamanda içselleştiren gerçek bir sinema aşığı olan babacığıma bir "En iyi Baba" heykelciği almadan döndüm oralardan. O gün bugündür bu benim içimde dert olmuştur... Bir daha benim yolum düşer mi bilmem. Düşse de artık bu ödülü vereceğim sevgili babam hayatta değil maalesef. Ancak siz siz olun, eğer yolunuz Hollywood'a düşecek olursa bir tane "Best Father" bir tane de "Best Mother" heykelciği almadan dönmeyin sakın. Yanlış heykel almayın diye özellikle İngilizce isimlerini söyledim bu sefer. Aklınıza başka bir şey gelmesin...

Bu seneki adaylar hakkında hiçbir fikrim yok açıkçası, henüz hiçbirini seyretmedim. Dolayısıyla yine bir hayal kırıklığı yaşamam diye bir durum söz konusu değil. Seyredip göreceğiz artık. Ne diyelim, hak eden kazansın (!)

Şimdilik bizden bu kadar. Esen kalın...

17 Şubat 2011

Merhaba !


Tolga Bey'in blogunu bir süredir takip etmekteydim. Bu vesileyle başlayan arkadaşlığımız neticesinde, ricasını geri çevirmeyerek bundan böyle bendeniz de arada sırada göndereceğim yazılarla bu hatıra defterine katkıda bulunmaya çalışacağım. Beni bu şekilde onurlandırdığı için öncelikle kendisine buradan teşekkürlerimi sunmak isterim.


Mesleğim gereği sıkça seyahat ettiğimden, hem yurtdışındaki vaziyet ve Türkiye gündeminin oralardan görünüşü hem de Türkiye'de olduğum zamanlarda memleketimizdeki cemiyet hayatı ve intelijensiya hakkında yazacağım yazılarla, çorbaya biraz çeşni katacağımı ümit ediyorum.


Kendimden söz etmeyi fazla sevmem, bu sebeple gazetecilik mesleğiyle iştigal ettiğimi ve halen aylık bir derginin editörlüğünü yaptığımı belirtmek, başlangıçta kendimi sizlere tanıtmak için yeterli olacaktır umarım.


Seyahat demişken, neyse ki bu hafta uzunca bir aradan sonra İstanbul'a gelme fırsatı bulabildim. Bülbülü altın kafese koymuşlar, vatanım demiş. Bizimki de o hesap, bulduğum her fırsatta birkaç günlüğüne de olsa doğduğum büyüdüğüm bu şehre gelmeye gayret ediyorum. Hoş, her geldiğimde biraz daha kalabalıklaşmış, biraz daha bozulmuş buluyorum ya... Neyse, daha ilk yazımızdan " Ah! o eski günler..." diyerek okuyucuyu sıkmayalım.


Yine de, birkaç gün önce tanık olduğum bir olayı sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim...


Efendim! Ne zaman İstanbul'a gelsem, bizim eski fakülte tayfasından çocuklar, eksik olmasınlar beni yalnız bırakmazlar, bir akşam muhakkak buluşur, hem eski günleri yad eder hem de memleket meseleleri hakkında laflarız. Bu buluşmalar için tercih edilen mekan genelde bizimkilerden birinin müdavimi olduğu ya bir balık lokantası ya da bir meyhane olur. Lakin benim biraz tembelliğime geldiğinden, hem de bir değişiklik olsun diye bu sefer ben kendilerini kaldığım otelin restoranına davet ettim. İsmi lazım değil, İstanbul'un lüks otellerinden biri ve sonradan öğrendik ki bu otelin restoranı da en az kendisi kadar ünlü ve müstesnaymış meğer...


Akşam saat sekiz gibi dört kafadar buluştuk. Üniversite yıllarından beri çok yakın dostlarım olan Faik, Recai namıdiğer "Cingöz" , Cevat ve bendeniz Sami. Yine o yıllarda arkadaşların taktığı lakapla "çatlak" Sami... Rezervasyonu gündüzden yaptığım için hemen bizim için ayrılan masaya yerleştik. Enternasyonel mutfaktan ürünler sunan bu şık restoranda haydi bizler de ortama uyalım dedik ve rakı yerine bu sefer şarap içmeye karar verdik.


Önden gelen çeşit çeşit ve lezzetli mezeyle biraz açlığımızı bastırdıktan sonra nihayet hem sohbete hem de biraz çevremizle ilgilenmeye başlayabilirdik... İlk Recai'nin dikkatini çekmiş; bize de kafasıyla işaret ederek gösterdi. Yemek salonu neredeyse tamamen doluydu. Bunda yadırganacak bir şey yoktu. Ancak müşterilerin yarısından fazlasını otuzlu yaşlarında bulunan çiftler oluşturmaktaydı ve her masada karşılıklı oturan çiftlerin yanlarındaki boş sandalyelerde belli ki içinde hediye olan şık poşetler bulunmaktaydı.


İşin aslını masamıza bakan genç garsondan öğrendik. O gün 14.Şubat'tı. Tabii yaa... Konuşkan bir genç olan garsonumuz bize ilave bilgiler vermeyi de ihmal etmedi. Efendim, bu özel gün için çok özel bir kampanyaları varmış, bir internet sitesi üzerinden rezervasyon yaptıran çiftlere yemeklerde % 50 , içeceklerde % 20 özel indirim uyguluyorlarmış. Adını söylediği bir kredi kartı ile ödeme yapanlara tüm ürünlerde ilave bir % 5 indirim daha uygulanıyormuş. Bir de ayrıca bir kulüp sistemleri varmış. O kulübe üye olanlar senede üç kere aynı şartlarla burada yemek yiyebiliyorlarmış. Ancak rezervasyonu 14.Şubat gününe denk getirebilmek için aylaaar aylar öncesinden girişimde bulunmak lazımmış, çünkü o gün için talep çok oluyormuş...


Bombayı Cevat patlattı:


- Yahu ! dedi. Bizim gençliğimizde seyrettiğimiz filmlerde Clark Gable veya Gary Cooper "köşede güzel bir İtalyan lokantası" bilir, manitasını oraya götürürdü. Türk filmlerinde ise genelde yaşlı bir rum tarafından işletilen tahta masalı, salaş bir balıkçı olurdu. Biz de böye gördük, özel günlerde flörtlerimizi ,nişanlılarımızı, eşlerimizi hep böyle yerlere götürdük...


Dediklerinde doğruluk payı vardı... Şahsi gözlemim olarak yurtdışındaki örneklerinde gördüğüm kadarıyla bu tarz restoranlar, daha ziyade iş yemekleri için tercih edilen mekanlardır. Cevat'ın bu tespiti üzerine yaşını başını almış biz dört şaşkoloz, yemeği bırakıp diğer masaları izlemeye koyulduk. Önce müstehzi bakışlarla göz gezdirirken, daha sonra biraz utana sıkıla bakmaya başladım. Çiftlerde genel bir tedirginlik hali olduğu açık seçik görülüyordu. Erkeklerin pek de sık girmedikleri bu lüks ortamdan sıkıldıkları belliydi. Hanımlarda ise daha ziyade, çevrelerinde kendileriyle aynı amaçla, aynı kampanyayla gelmiş ve aynı şekilde yan sandalyelerinde hediye poşetleriyle oturan birçok çift bulunduğunu bilmekten kaynaklan bir rahatsızlık sezilmekteydi. Biz morukların aksine çiftler, diğer masalara bakmamaya ve kimseyle gözgöze gelmemeye özen gösteriyordu. Bu durum beni biraz üzdü açıkçası...


Özenerek gelinmiş bir akşam yemeğinin bir sıkıntı vesilesi olması gerçekten üzücü. Ama yeni nesillerde sıkça gözlemlediğim bir husus var ki değinmeden edemeyeceğim. Özellikle belli bir zümre, kendini diğerlerinden farklılaştırmaya çalıştıkça, bu sefer çok daha dar bir prototipin içine hapsoluyor. Bu gençlerimiz farklılaşma yolunda sadece gündelik trendlerin ve televizyondan ya da internetten izledikleri dünyanın kendilerine sunduğu fiks menü listesine başvurdukları için, o akşam o restoranda yaşanan gibi "özelin banalleşmesi " vakaları da sıkça yaşanıyor.


Benim şahsi kanaatim o ki, her genç adamın, sürekli gittiği, gittiği zaman ismiyle ve saygıyla karşılandığı, bu gibi özel günlerde partönerini götürebileceği bir adresinin olması lazım gelir. Bu mekanın illa çok lüks ya da pahalı olması gerekmez. Orayı özel yapan, o iki kişi için özel olmasıdır. Ki bu da yeterlidir...


Sevgili eşim, hayat arkadaşım İffet Hanım'ın vefatına kadar bizim de böyle özel adreslerimiz vardı. Şimdi oraların yolunu bile unuttuk...


Neyse... Efendim! Bu ilk yazımızda sözü fazla uzatmayalım... Tolga Bey'in geleneğine uyarak, size esenlikler dilemek suretiyle bu yazıyı noktalayalım. Gecenin devamında ne oldu diye merak edecek olursanız, söyleyelim. Dört ihtiyarın gecesi nasıl noktalanırsa, bizim ki de o şekilde noktalandı. Allah'tan ki o gece otelde kalacağım için, kimse beni eve kadar taşımak zorunda kalmadı.


Bir dahaki yazımızda görüşüne kadar, esen kalın efendim...


Sami Hoşgören
İstanbul - 17.02.2011

8 Şubat 2011

İstanbul Kışı

Madem ki söz kış mevsiminden ve eski İstanbul'dan açıldı, Ahmet Rasim'in, eski İstanbul kışlarını anlattığı, geçmişteki "geçmiş özlemi" ile insanı düşündüren, getirdiği toplumsal eleştiri ile bugün hala güncelliğini koruyan, kömür sobası üzerinde kestane pişirip yemek, sokakta "Boooozaaaaaaaaa!" diye bağıran satıcıdan boza alıp içmek ve bir gece vakti taze kar üstünde " Kırt! Kurt!" yürümek gibi zevkle okunacak bir yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum :


İstanbul Kışı

" Bu yıl Kasım'ın 22'sinde kar yağmaya başladı. Düşen kar ne "sulu sepken" ne de "bulgur","sinek uçtu" dedikleri parça parça uçan ve düşen cinstendi. Gerçi ara sıra savurup atıştırır gibi olduysa da ne damlarda, kiremitler üzerinde, ne saçaklarda, ne de yerlerde tuttu. Rüzgar yıldızdan esiyordu, bir kerte daha gerileyip karayele dönemedi. Dönseydi tipi başlar, arada rüzgar ara verdikçe " kuşbakışı", giderek "lapa lapa", "buram buram" düşerdi. Böylece vaktinden önce zemheriye (gün dönümünden önceki şiddetli soğuklar) girmiş olurduk.

Zemheri ki, eski meteoroloji deyimlerimizde karakışın başlangıcıdır. Aralık'ın 22'sinde başlar, Ocak ayının 31'inde kırkını tamamlar. Eski araştırmacıların "erbain" dedikleri ilk karakış bu kırk gündür. Bundan sonra "hamsin" ( erbainden sonra gelen elli günlük kış ) başlar. Bu sürecin ucu nevruzu bulur. Ilımlı bahar, yani güneş o gün "hamel" burcuna ( koç burcu) girer, gece gündüz eşitliği bahar günleri öncesinde başlamış olur. Şu halde uzun araştırma ve deneylere göre İstanbul'un asıl kışı doksan günden oluşur.

Kasım başlangıcı fırtınalarıyla ünlüyse de erbain başına kadar "pastırma yazı" ya da "ayazı" denilen günler de vardır. Karakış arasında da yazdan kalma günlere çoğunlukla rastlanır. Belki siz görmüşsünüzdür, ben daha görmedim. Bu yıl kırağı yağdı mı? Sokaklarımızın hemen hepsinde her yağmurdan sonra irili ufaklı oluşan gölcükler don bağladı mı? Meraklıları kırağı düşmedikçe patlıcan, biber turşusu yapmazlar. Siz "acı patlıcanı kırağı çalmaz" atasözünün ciddiyetine inanır mısınız ? Ben inanırım. Nicelerini gördüm ki, çalmadı.

Dilimizde bir de "zemheri zürafası" ( kışın şıklık olsun diye ince ve açık renk giysilerle gezen kimse) deyimi vardır. Galiba siz, bu takımın çağdaşlarından pek çoğunu, bu yaz gördüğünüz dekolte modasının zorlamasıyla, paltosuz veya dal bir pardösü, ince bir muşamba içinde, ayaklarında üzeri"getr"li sivri burun bir iskarpin, eller eskisi gibi pantolon ceplerinde gezerken görüp tanıyacaksınız. "Donsuz Pedro" adında Beyoğlu, Galata apaşlarından (serseri,hayta) bir kumarbaz vardı ki, bütün yaz sırtında ne varsa bütün kışı da onunla geçirirdi. Üstelik sert bir kış gecesi kendisine :

- Üşümüyor musun ? diye sordum.

O da bana gülerek :

- Bana "Donsuz" Pedro diyorlar, ama Türkçe bilmiyorlar ki... Ben "Donsuz Pedro" değil "Donmaz" Pedro'yum. Titremesini bilmeyenler donar... demişti.

"Kurt dumanlı havayı sever" dedikleri türden, buram buram kar yağarken gezmeyi sever misiniz?... Ben sevmem !... Çocukluğumda bahçedeki karlar üzerine sırtüstü, kollar açık yatar, boy ölçerdik. Kartopu oynamaz mısınız?... Düşmanını sersemletmek için bunun iyice donmuş olanlarından bir tanesinin alna, enseye, burun direğine, avurda rastlaması, bilekten kopmuş boks yumruğunu hatırlatır. Modern oyunlardan tenis bile oynanabilir. Kızak da mı kaymazsınız?... Öyle ya, modası geçmiş, soğuk, ağır bir görünüm!...Patinaj varken bir ortaçağ oyununa düşmek... Ama bunun " turna katarı" denen bir çeşidi vardır ki, yatırılmış bir merdivene dört beş kişi sırt sırta oturur, omuzlardan veya bellerden tutulur, kayılırdı. Bunu da mı sevmezsiniz?... Bahçelerimizde çamaşır sepetinden, eski leğenlerden tuzak yapıp kuş da tutmaz mısınız?... Bu mevsimde sığırcıklar yağlı olur. Kırkından ellisinden yapılan pilava da mı rağbet buyurulmaz? Bozada mı içmezsiniz?... Ö..ö mü ? Ama bunun "mırmırk" adında sarhoşluk veren bir türü vardır ki, bir bardağı adamı iyice sarsar ! Benim çocukluğumda evlerde tandır kurulurdu. Siz modernler bu gezici kaloriferi görmediniz. Üstü tablalı bir dört ayak, yüksek, iskemlemsi bir şeydi. Bunun dört ayağı arasındaki yere özel bir mangal konur, tablasının üstüne yorgan ya da ona benzer bir örtü örtülür, çevresinde bacaklar içeride oturulur; fincan oyunu , yüzük, iskambil, verip almaca, balık kaçtı oynanır, masallar söylenir, bilmeceler sorulur, yanıltmacalar çözümlenir, şarkılar, koşmalar, maniler okunur, özellikle kış geceleri suda pişmiş kestane, ayıklanmış nar, kırılmış ayva, kış armudu, elma, üzüm, badem, ceviz, mısır buğdayı, portakal, hevenk üzümü, kuru incir, sucuklu ceviz, habbülleziz, iğde, dut, kayısı kuruları, Bağdat, Medine balçık hurmaları, un kurabiyeleri, kıkırdak poğaçaları, aşçı kadının, mama dadının taze taze yapıp getirdiği lalanga, puf böreği veya üstü kaymak parçaları ya da reçelle donanmış elmasiye, ardından köşedeki muhallebiciden ekmek kadayıfı, sarığı burma, aşure alınıp yenir, çoğunlukla iri, çifte kavrulmuş leblebiyle boza, ekşi ekşi nar, içinde hacı lokumları yüzen pekmez, loğusa şekeri şerbeti, badem sübyeleri, pestil ezmeleri yenir, içilirdi. Boş lakırdılarla ilgili şeylere "tandırname" denilmesi de böyle toplantılarda hayallerle geçen konuşmalardan dolayıydı.

Çok şükür, zamanımızda gazetelerimizde, siyasal konferanslarımızda, demeçlerimizde hemen her gün birkaç tanesini okumakla avunuyoruz...

Evlerde sabahleyin her uyanan :

- Aaaa ! Akşam biz otururken bir şeycikler yoktu. Baksana ayol, diz boyu kar yağmış !...

şaşkınlığıyla titremeye başladığı sırada dumanı üstünde, zencefilli sahlep, zevkiniz midir ? Buna da mı Ö...ö ! Kallavi fincanla, öyle ya... Vıcık vıcık birşey !...

İçinize zıbın giyer misiniz ? Allah göstermeye !...

Sırtınıza kürk?... Mutlaka samur mu olacak ? Elma, nafe, zerdane, sincap, şinşilla, kakım, post, kofi pehle, porsuk, tilki, haşa huzurdan ayı, kurt, kaplan, vaşak olsa olmaz mı ? Olmaz ha?... Ya kuzuya ne diyeceksiniz ? Astraganın eski adı olduğu için o da mı beğenilmedi ?...

Gocuk ?... Sus! Adını bile anma!...

Yahut derviş abası, hayderi, hırka... Aman aman, çıkar çıkar ! Hiç sevmem!... Kuşağı kendinden, alafranga fermeneli, kumru göğsü " rob dö şambır " ı her zaman nereden almalı?...

Ayağınızı alaca yün çoraba, aba terliğe de mi sokmazsınız? Ama babalarımız daha siz dünyada yokken "kalçın", "katır", "lapçin" "mest", "serhatli" giyerlerdi. Sizi ortaçağlılar sizi !... Şimdi kavuklarınızı, takkelerinizi çıkarın da şu "boneta"lardan giyin bakalım. Bu karda, bu tipide sokağa mı çıkacaksınız? Başınıza, boynunuza şal sarmaz mısınız? Yok ki... Bari şu örme, tek parmak eldiveni alınız...

Don havalar sokaklarımızın ayıp örtenidir. Bu havaları pek severim, ama kaymak olmasa!.. Benim çocukluğumda altları mıh başlı çiviler, nalçalarla donatılmış "lağımcı çizmeleri" vardı. Bunların ağızları, içleri geniş olduğu için kalın yün çoraplar, aba, lapçin, mestle giyilir, ayaklar sıcak tutulabilirdi. Ama her ayak da bir tokmak halini alırdı. Annem başımı bir şalla sarar, kukuletamı geçirir, merdiven ayağına oturtur, böylelikle ayaklarımı giydirir, tek parmaklı örme "gant"larımı takar, bir elime çüz kesemi veya çantamı, ötekine de sefertasını verir:

-Dikkat et! Ortalardan git, kenarlardan gitme. Buz düşer, beynini deler !

dedikten sonra okuyup üfler :

- Haydi bakalım, doğru okula ! Ben de arkandan bakıyorum...

gözdağıyla kapıyı açar, beni salıverirdi. Dumanım çıka çıka giderdim ...

Şimdiki spor elbise merakı düz palto bile giydirmiyor!...

Tarhana çorbasına ne dersiniz? Tereyağda kızarmış ekmek, biraz da nefis tulum peyniri... Ne? İştahsız durdunuz?... Dünyanın en güçlü, en besleyici çorbasına karşı bu ne ilgisizlik?... Et suyu, salçası, yoğurdu, unu kendisinden... İçersiniz değil mi? Hem de kaşık başına bir "Oh!" diyerek değil mi?... Ala, naneli, içinde köfte yavruları batar çıkar hamur çorbasına da ikbal buyurulmaz mı? Mutlaka üzerinde göz göz yağ parlayan "consomme" mi ( etsuyu çorba ) olacak ?!?...

Eski kışlarda İstanbul evlerinin çoğunda kış erzağı adı altında torba torba tarhana, erişte, un, bulgur, iri, küp yavrusu kaplarda yağa bürünmüş kavurmalar, kıymalar, binlik doluları zeytinyağ, bodur fıçılarla sibir, hilesiz çiriş yağları, demet demet kırmızı biber, kese kese kuru nane, kavanoz kavanoz reçel çeşitleri, kangal kangal et sucukları, tahta tahta pastırmalar, kelle kelle kaşar, topak topak yağlı Arnavut, Kızanlık peynirleri, şişe şişe turşular bulunur; odun kömür kiraz mevsiminden alınmış, mıcırı ayrılmış; kömür, odun, mutfaklık, çamaşırlık ayrılmış dururdu. Kış hazırlığı denen ortalık değiştirilmesi, halı, hasır, perde, keçe, minder örtüsü, yatak yorgan düzenlemesi, kışlıkların sandıktan çıkarılması, dam aktarılması, delik deşik tıkanması, kiler, mutfak düzenlemesi, ocak mangal silinmesi, kalay sorunu, kısaca çamaşır kafesi edinmeye kadar varan nice işler günlerce sürerdi. Şimdi böyle şeyler var mı, yok mu farkında değilim...

Bir kıştır, elbet gelip geçer...
Bakalım bu kış nasıl geçecek? "

Ahmet Rasim, Resimli Ay, Sayı 12, Ocak 1924
Ahmet Rasim, Anılar ve Söyleşiler, sadeleştirerek yayına hazırlayan Nuri Erten, Çağdaş yayınlar, 1983

7 Şubat 2011

Eski İstanbul kışları...

Mayıs ayında doğmuş bir yaz çocuğu olmama karşın soğuk kış günlerini ve genel olarak kış mevsimini her zaman çok sevmişimdir. Çocukluğumdan beri, hava raporu kar yağma ihtimali vermeyegörsün, " Ha başladı, ha başlayacak..." diye kalkıp kalkıp camdan dışarı bakmaktan gözüme uyku girmez. Hele ki bir de kar yağışı başlamışsa, bu sefer de " Tuttu mu , tipi mi başladı , yerler tuttu mu?" diye camdan dışarı baka baka sabahı sabah ederim.


Son yıllarda, İstanbul'un artan nüfusu ve beraberinde artan motorlu taşıt sayısı ile birlikte o eski şiddetli kışlar yaşanmaz oldu. Kar yağışı ancak iki üç yılda bir görülüyor, onda da kar fazla yerde kalmıyor. Bu sene "yüzyılın soğuğu geliyor" denince bir heveslendik ama, henüz gelen giden yok vallahi. İstanbul'un kışı Şubat ayında gelir derler. Biz de o umutla beklemeye devam ediyoruz.


Yüzyılın soğuğu geledursun; gelin biz de onu beklerken bir yandan İstanbul'un eski kışlarını hatırlayalım. "İstanbul boğazı donmuş, Sarayburnu'ndan Üsküdar'a yürüyerek geçenler olmuş" efsanesi doğru mudur bakalım...


Benim bizzat yaşadığım en şiddetli kış 1986 senesinde olmuştu. O sene tam da sömestir tatilinin bitimiyle birlikte kar bastırmış, onbeş günlük sömestir tatili bir onbeş gün daha uzamış, biz öğrenciler için de bir nevi bayram olmuştu. O yıllarda Bakırköy'de oturmaktaydık ve kar kalınlığının 2 metreyi geçtiğini Ataköy'ün balta girmemiş ormanlarında (!) bizzat müşahade etmiştim.Yine o kışla ilgili unutamadığım bir sahne de, televizyondaki akşam haberlerinde Harbiye Radyoevi'nin önünden yapılan yayında, boyu iki buçuk metreyi aşan nöbetçi kulübelerinin tamamen kar altında kaldığının izleyicilere gösterilmesi ve yaşadığımız doğa olayının muazzamlığının bu şekilde vurgulanmasıydı.


Şu an çalışmakta olduğum işyeri tam da Radyoevi binasının karşısında olduğu için, zaman zaman sigara içmek için kapı önüne indiğimde yolun karşı tarafına bakar, o bembeyaz akşamı gözümde canlandırmaya çalışırım.


İstanbul'un yaşadığı bilinen şiddetli kışlardan bazıları tarihe şu şekilde not düşülmüş :


928 : Dört ay süren kış, şehir ahalisini evlerine hapsetti.Şehir ıssızlığa gömüldü,kiliseler günlerce açılamadı. Ayinler düzenleyen papazlar dualar ederek, bu felaketin bir an önce bitmesi için Tanrı'ya yakardılar. İstanbul uzun süre kar altında kaldı ve buzlarla iç içe yaşadı.


1595 : Öyle şiddetli bir kış yaşandı ki gemiler limana giremedi. Ekmek iki akçeye satılırken İstanbullular yalvararak üç akçeye alabildiler. Halk, bu şiddetli kışı ve yaşanan zorlukların nedenini saltanat değişikliğine ve tahta çıkan III. Mehmed'in ondokuz kardeşini acımasızca boğdurarak öldürmesine bağladı. Çünkü rivayete göre 27 ocak 1595 sabahı Topkapı Sarayı'ndan ondokuz tabut çıkarken lapa lapa kar yağıyordu.


1658 : Boğaz buzlarla kaplanınca, vakanüvis Seyyid Hakim Efendi tarihe not düştü :
"Buz üstünden geçen bir kimse geldi dedi tarihin. Deniz altmış sekizde dondu buzdan bendeniz geçdim"


1857 : Haliç donunca Mühendis Mektebi hocası Bostancızade Mustafa Efendi arabasıyla, yanında uşağı da olmak üzere tarihe not düşmek üzere karşıya geçti.


1927 : Şehre çok şiddetli kar yağdı ve bu kar iki sene sonra gelecek şiddetli kışın habercisi oldu.
...


Ve gelelim esas konumuza. İstanbul'un yakın tarihte bilinen en şiddetli kışı 1929 senesinde yaşanmış.5 Ocak günü şehri esir alan çetin kış şartları 12 Mart'a kadar devam etmiş ve İstanbul ahalisini kelimenin tam anlamıyla canından bezdirmiş; kurtlar Mecidiyeköyü'ne kadar inerek insanlara saldırmış, halk kıtlık tehlikesi ile karşı karşıya kalmış, sokakta kaldığı için donarak ölenler olmuş. Tuna nehrinden ve Karadeniz'in Rusya kıyılarından koparak gelen buzullar uzun süre boğaz ve haliç trafiğini sekteye uğratmış.


Sayın Cengiz Kahraman tarafından hazırlanan ve Türkiye İş Bankası yayınları tarafından basılan " 1929 kışı, bir şehir efsanesi" isimli kitapta o unutulmaz kışa ait fotoğraflar, anılar ve dönemin gazetelerinden konuyla ilgili haberler çok güzel bir şekilde derlenmiş ve bizlere armağan edilmiş. Cengiz Bey'e buradan teşekkürlerimizi ve emeğine saygılarımızı sunalım.




Bu kıymetli kitaptan alınmış çok nadide fotoğrafları aşağıda seyrinize sunmak isterim...





<><>
<><>
<><>
İstiklal Caddesi kar altında
<><>
<><>
<><>
Bir teyyareden alınmış fotoğrafta Şişhane, daha geride Kasımpaşa ve Haliç


<><>
<><>
<><>
Her zaman olduğu gibi karın keyfini çocuklar çıkarıyor.


<><>
<><>
<><>
Nuruosmaniye Caddesi: Arkada Nuruosmaniye Camii'nin silüeti , sağda ahşap evler.


<><>
<><>
<><>
Galata Köprüsü üzerinde karla mücadele


<><>
<><>
<><>
4.Şubat.1929. Feneryolu-Göztepe arasındaki yolda 2-3 metreye yaklaşan kardan duvarlar.


<><>
<><>
<><>
Silahtarağa Elektrik Fabrikası'nın önü donunca muhteşem Haliç fotoğraflarına vesile oldu.


<><>
<><>
<><>
Kömür taşıyan arabalar.


<><>
<><>
<><>
Galata Köprüsü nadir tenha günlerinden birini yaşıyor
<><>
<><>
<><>
Şehirde akrobasi hareketleri.


<><>
<><>
<><>
Göztepe tren istasyonu




<><>
<><>
<><>
Bebek sahilinde hatıra fotoğrafı çektirenler.


<><>
<><>
<><>
Emirgan'da buzdan adacıklar ve üstünde adaların yeni sahipleri.


<><>
<><>
<><>
Bebek sahilinde buz adaları


<><>
<><>
<><>
Taksim meydanında kar keyfi. Arkada, bugün AKM'nin olduğu yerde eski binalar.


<><>
<><>
<><>
Sirkeci'den çekilmiş fotoğrafta Galata bölgesi


Daha fazlası ve doyumsuz yazılar için kitabı satın almanızı öneririm. Şimdilik bizden bu kadar. Buradan merhum Sn.Ersin İmer'i de analım ve yazımızı bir tebessümle noktalayalım:



"Hepinize donsuz geceler dilerim efendim ! "



Esen kalın...

30 Ocak 2011

Benimle oynar mısın ?

Bugün, evimin hemen yan sokağındaki Oyuncak Müzesi'ni ziyaret ettim. İlk açıldığı gün de gitmiştim. O günden bugüne de birkaç kez gitmişliğim vardır. Buradan müzenin kurucusu Sayın Sunay Akın'a bir teşekkür borçluyuz. Her gidişimde daha da gelişmiş, daha da güzelleşmiş buluyorum Oyuncak Müzesi'ni. 


Her şeyin ilki en güzeldir ya... Ben de en büyük heyecanı ilk gidişimde yaşamıştım, bundan beş sene kadar önce. Hayatımdan geçip gitmiş, çoktan hafızamdan silinmiş eski oyuncaklarımı orada görüp, bir çocuk gibi sevinmiştim. Aşağıdaki resimde gördüğünüz "saray yapbozu" bunlardan biridir. Bakırköy'deki sobalı evimizin salonunda, bünyan halının üzerinde o yapbozla saraylar kurar ve sonra bozardım.


Üç katlı ahşap binanın her katında, ayrı odalarda ayrı dönemler ve temalar yaşatılıyor. Herşey en ince detayına kadar düşünülmüş. Mesela oyuncak trenlere ayrılmış olan odaya girdiğinizde sirenler ve rayda giden tren sesleri karşılıyor sizi. Dilerseniz gerçek tren koltuklarında oturup, odanın ruhunu doya doya ciğerlerinize çekebiliyorsunuz.

Beni en çok etkileyen bölümlerden biri ise "uzay" temalı oda.


Değişik kültürlere ve değişik zaman dilimlerine ait binlerce oyuncak sergileniyor burada. 1940'lı yılların Almanya'sına ait buram buram nasyonal sosyalizm propogandası kokan (!) oyuncak seti en nadide parçalardan biri.


Az laf, çok fotoğraf diyelim; diğer bölümlerden muhtelif fotoğrafları seyrinize sunalım...


Yine 1940'lı yıllar Almanya'sından bir oyuncak seti

1970'lerdeki "üstün zeka" merakı...


Kızılderililer olmazsa, bir çocuğun hayal dünyası eksik kalır.

Hafızalarımızdan silinmeyecek bir anı, Cin Ali serisi

Çocukken oynamış olduğum "bilgi seti".Gereksiz bilgilere olan merakımızın müsebbibi.


İngilizce lisanında oyuncak ayılara atfedilen "teddy bear" deyiminin, ABD başkanı Theodore Roosevelt'in bir av partisi sırasında köşeye kıstırılmış çaresiz bir Amerikan Siyah Ayısı'nı öldürmeyi reddetmesinden geldiğini biliyor muydunuz ? 



En alt kattaki kafeteryada bulunan camekanda, çocukluk yıllarınızdan kalma çok nadide objeleri görebilirsiniz. Vidyoyu  cep telefonu ile çektiğim ve polarize filtre kullanma imkanı olmadığı için, oluşan yansımaları mazur görün lütfen.



Benim çocuğum olmadığı için oyuncak müzesine sadece kendimi götürüyorum. Sizin çocuğunuz varsa onu da beraberinizde götürebilirsiniz. Ama bu müzenin aslında büyüklere hitap ettiğini belirtmek isterim.

"İçinizdeki çocuğu yaşatın" dersek çok beylik bir laf etmiş oluruz. En iyisi mi biz şöyle bitirelim:

- İçinizdeki yetişkini öldürün !

Sağlıcakla kalın...