25 Haziran 2011

Dıgıdık! Dıgıdık!


(İlk yayınlanma tarihi 25.06.2011)

Ulu önder Gazi Mustafa Kemal adına düzenlenen geleneksel Gazi Koşusu’nun 85’incisi bu Pazar günü her zaman olduğu gibi İstanbul Veliefendi hipodromunda koşulacak. Bendeniz de neredeyse yirmi yıl aradan sonra yeniden Veliefendi Hipodromu’na giderek bu büyük heyecanı yerinde yaşama fırsatı bulacağım. Az önce Bakırköy’lü eski arkadaşlarımla yarın için Veliefendi programını yaptım. At yarışı, Veliefendi , Gazi Koşusu deyince da aklıma bir dolu eski hatıralar geldi ve hemen soluğu bilgisayarın başında aldım.

Malumunuz, Veliefendi Hipodromu’nun bulunduğu Osmaniye semti Bakırköy’ün hemen yanıbaşındadır. Hal böyle olunca da at yarışı geleneği ve kültürü her zaman için Bakırköy’de ve Bakırköylüler arasında önemli bir yere sahip olmuştur.

Veliefendi ile ilgili çocukluk hatıralarım arasında en eskisi, daha önce de bahsettiğim gibi o yıllarda işyeri Bakırköy’de olan babamın arkadaşlarından İhsan Amca, nam-ı diğer Püf İhsan’ın bizi, görevli olmayanların girişinin yasak olduğu Veliefendi’nin ahırlarına ve padok sahasına sokuşudur. Benim henüz yedi sekiz yaşlarında olduğum o yıllarda at yarışları beyler için büyük bir heyecan ve tutku olmakla birlikte, ailenin diğer üyeleri olan biz çocuklar ve anneler için de bir haftasonu eğlencesi niteliği taşıyordu. O zamanlar Veliefendi Hipodromu’nun girişinin sağ tarafında kalan geniş yeşil alan, adeta bir mesire yeri gibi hizmet vermekteydi. Aileler tahtadan yapılmış masalara sıra sıra kurulur, bir yandan mangal keyfi yapılır, bir yandan biz çocukları hipodromun diğer tarafında ve hayli uzakta olan bahis kulübelerine göndermek suretiyle at yarışı oynanır, bir yandan rakılar içilir, çoluk çocuk, bağırış çağırış keyifli Pazar günleri geçirilirdi.

Biz çocuklar için babalarımızın elimize tutuşturduğu kağıtlardaki notlar ve yanında bir miktar para ile birlikte oyunu yarıda bırakıp taa diğer tarafa gitmek, uzun süre sırada bekleyerek ikili bahis, ganyan gibi türlü türlü bahis kuponlarını yatırmak adeta bir işkenceydi. Yarışlar her yarım saatte bir olurdu. Hiç unutmam bir keresinde, bizden yaşça büyük çocuklardan biri bir uyanıklık yapmıştı. Babası her seferinde bunu bahise gönderiyor, bahisler her seferinde yatıyor, bizimki o kadar yolu boşu boşuna gittiğiyle kalıyor, üstelik paralar da havaya uçuyordu. Hal böyle olunca fırlamanın aklına dahiyane bir fikir gelir ve babasının eline tutuşturduğu bahis kuponlarını yatırmak yerine paralarını cebine indirmeye başlar. Böylelikle hem onca yolu haybeye gitmemiş olur hem oyununa devam eder, yarış sonunda her zaman olduğu gibi kupon yatınca da hiç bir şey olmamış gibi hayatına devam eder. Gelin görün ki, uyanığın foyası günün son yarışının finişiyle birlikte kopan, o saate kadar içtiği rakılarla biraz da çakır keyif olmuş babasının “ Yaşasın!!! “ nidasıyla ortaya çıktı. Evet, baba yarışın sonucunu doğru tahmin etmişti. Ama gelin görün ki ortada yatırılmış bir kupon yoktu. O çocuğun babasından fellik fellik kaçışı, babasının onu ayağında terliklerle bir oraya bir buraya kovalayışı ve sonunda zavallının yediği bir araba dolusu dayak bugün bile gözümün önünden gitmez...

Biz dönelim yine Püf İhsan’a. Püf İhsan, sevgili babamın belli bir dönem sıkça yanında gördüğümüz, ancak sonrasında sırra kadem basıp yok olan ilginç arkadaşlarından biriydi. Lakabının nereden geldiğini maalesef bilemiyorum. Bakırköy çarşısında esnaf olan Püf İhsan aynı zamanda da bir yarış atı antrenörüydü ve kendi atları da vardı. Yine böyle pikniğe gittiğimiz bir Pazar günü kendisi bizi padok girişinde karşılamış, içeri sokmuş ve ahırların, atların, seyislerin, jokeylerin arasında keyifli bir tur yaptırmıştı. Başta ben olmak üzere ailece kendimizi pek bir ayrıcalıklı hissetmiştik o gün. Yarış günü olduğu için her tarafta büyük bir heyecan ve yoğun hareketlilik vardı. Ahırların arasında kısa bir turdan sonra İhsan bizi kendi atının bulunduğu bölüme götürdü. On beş yaşının üstünde, yarış kariyerini çoktan bitirmiş ve artık damızlık olarak hizmet vermekte olan İngiliz kısrağının yarış tahtasındaki adı “Hamiyet” olmakla beraber, Püf İhsan kendisini “ Kart Orospu” diyerek seviyordu. Bıçkın, alemci ve keyifli bir adamdı Püf İhsan; hani ağzına küfür yakışan bazı adamlar vardır ya, işte o türden... Yanında bizler olmamıza karşın, dişlerinin arasına bir de sigara sıkıştırdığı ağzından, derin bir kahkahayla karışık futursuzca çıkan “Kart Orospu“ sözü insana rahatsızlık vermiyor, bilakis güldürüyordu. Beni Kart Orospu’nun, pardon Hamiyet’in sırtına oturttular. İngiliz atlarının yüksekliği neredeyse iki metre. Şuncacık ben tabi başta biraz tedirgin oldum. Bunun üzerine İhsan Amca, atın ne kadar uysal olduğunu göstermek maksadıyla, gömleğinin kollarını sıyırıp neredeyse dirseğine kadar kolunu atın ağzına sokarak, hayvanın pabuç gibi dilini tutup yarım metre dışarı çekmek suretiyle kısa bir şov yapınca, rahatladım. Evet, Hamiyet gerçekten uysal bir attı...

Yine o dönem babamın arkadaşlarından biri de Gazi kupası kazanmış bir at sahibi olan Yücel Birol’du. Gazi koşusunu kazanan atının adı Vidar’dı ve hatta o yıllarda Sinema 74’ün sokağında bulunan mağazasının adını da “Vidar” koymuştu. Bir akşam Yücel Bey’lerin Ataköy’deki evlerine misafirliğe gitmiştik ve o akşam salondaki büfede Vidar’ın kazanmış olduğu Gazi Kupası’nı yakından görmüş, hatta ona dokunmuştum. Ancak o akşam benim daha çok ilgimi çeken ve hafızamda iz bırakan şey, kupalardan ziyade hali vakti yerinde bir adam olan Yücel Bey’in o yıllarda çok moda olan geniş tabla şeklindeki yan yana dizilmiş müzik setleri olmuştu.

Çevremizde sadece at sahipleri yoktu tabii. Mesela ünlü jokey Süleyman Akdı’nın kız kardeşi bizim sokakta otururdu ve Süleyman Akdı’yı sık sık mahallemize gelip giderken görürdük. Efsane jokeylerden Ekrem Kurt’un oğlu da, Ataköy Deniz Kulübü’ndeki abilerimizden biri olan Fatih Abi’ydi.

O yıllarda Bakırköy’de bir çok altılı ganyan bayii vardı. Bu bayilerden bazıları aynı zamanda kahvehane olarak da hizmet verirdi ve özellikle yarış günleri yarış aleminin duayenleri, at sahipleri , büyük bahisçiler, eski kulağı kesikler, hepsi buralarda toplanırdı. Bazı Pazar sabahları babam beni de yanına alarak bu kahvelere götürür, orada yoğun sigara dumanı ve bitmez tükenmez bir tüyo muhabbeti arasında birlikte altılı ganyan oynardık. O zamanlar bahisler şimdiki gibi elektronik olarak oynanmaz, kendinden karbonlu altı yapraklı kağıt kuponlara doldurulur, bu kuponların üzerine bir de pul yapıştırılır, nüshalardan biri bahis oynayana verilir, diğer nüshalar ise muhakkak yarışlar başlamadan belli bir süre öncesinde, bayii sahibi tarafından Veliefendi’ye götürülerek elden teslim edilirdi. Yarışların başlamasına yakın, bu kahvelerde “Beyler kuponları bağlayalım! Ahmet (veya her kimse) gidiyor! “ gibi duyurular yapılırdı. Tabii bu iptidai yöntemden dolayı, yukarıda anlattığım masum bahis yolsuzluğuna benzer, kuponların zamanında yetiştirilememesi, ya da oynanmış büyük meblağlı kuponların bilerek yatırılmaması gibi olaylar da sık sık yaşanır ve at yarışı müdavimleri arasında sıkça konuşulurdu.

O yıllardan hatırımda kalan bir ayrıntı da, dükkanların duvarına, tutulan futbol takımının kadro posterlerinin yanısıra dönemin ünlü atlarının resimlerinin de asılıyor olmasıdır. Mesela Ebuzziya caddesi üzerindeki manav Ruşen’in duvarında beyaz renkli ünlü bir İngiliz aygırı olan Tünkut’un posteri olduğunu çok net hatırlıyorum. Demek ki eskiden gazete ve dergiler bu tarz posterler de veriyordu... Bunlar genelde o esnafa bahiste para kazandırmış atlar olurdu. Ünlü atlar demişken, Tünkut’un yanı sıra eskilerden aklımda kalan Cartegena, Seren , Devir, Yavuzhan, Karayel, Nadas, Hafız, Abbas, Uğurtay, Haberbatur, Sunday Surprise gibi ünlü safkanları sayabilirim. O yıllarda, ölen atlar Veliefendi yarış pistinin ortasındaki boş araziye rastgele gömülürdü. Şimdi nasıl bir yöntem izleniyor bilemiyorum. Sözünü ettiğim ganyan kahvelerinden birinde, bir yarışseverin Seren isimli aygır öldüğünde çok üzüldüğünü ve şöyle bir fikir ortaya attığını hatırlıyorum: “ Abi, bu hayvandan çok kişi ekmek yedi. Bu atı öylece arsaya atmaktansa postundan cüzdan filan yapıp satsalar fena mı olur? Eminim herkes almak isteyecektir...” Gerçekten çılgın bir proje değil mi? Ben gerçekleşmiş olduğunu pek zannetmiyorum.

Polonezköy'de çekilmiş bir fotoğraf. Arkada oturan çocuğu tanıdınız mı?
Neyse, sizi daha fazla sıkmayalım. Yarın 85. Gazi Koşusu’nu seyretmek üzere Veliefendi’ye gidiyorum. Veliefendi’nin tarihi, ilginç bahis hikayeleri ve bazı başka anıları da bir sonraki yazımıza saklayalım. Bakarsınız şansımız yaver gider, bir de tatil parası kazanırız. Ne demişler: “ At koşar, baht kazanır “ .

Bana yarın için şans dileyin efendim. Şimdilik esen kalın...

Tolga AL

25.06.2011 Erenköy İstanbul

12 Haziran 2011

Mazideki Bakırköy...

Çocukluk yıllarımın Bakırköy'ünü hep özlemle hatırlarım. Ben henüz sekiz aylıkken yerleşmişiz Bakırköy'e. Ayakkabı esnafı olan babamın o yıllarda çalıştığı dükkan Bakırköy çarşısında, postane binasının hemen karşı köşesindeymiş. Bakırköy'ün sahil tarafında Zeytinlik Mahallesi Pancar sokakta bulunan evimizden , o yıllarda Vita yağ fabrikasının bulunduğu arka yolu kullanarak, önünde bebek arabası ve içinde benle birlikte babama giderken yol o kadar  ıssız olurmuş ki, "Korkudan hızlı hızlı yürümek zorunda kalırdım..." diye anlatır hep annem.
Kennedy caddesi olarak bilinen sahilyolunun henüz olmadığı yıllara yetişemedim. Ancak sahildeki Meriç ve Sohbet çaybahçelerini,Viyana Lokantası'nı, langırt salonlarını ve büyük atlıkarıncayı, çarşıda içinde bir de saat tamircisi barındıran meşhur turşucu Şükrü'yü, Sayanora Sineması'nı,Yeşilköy'e dondurma yemeye gidip fayton ile dönüşlerimizi hatırlıyorum. Ömrümün en güzel dönemini geçirdiğim Ataköy Deniz Kulübü'nden ise sizlere "Kulüp" isimli yazımda bahsetmiştim.  
  
Gelin görün ki, hiç yaşamamış olsam da Bakırköy'ün daha da eski dönemlerini, 40'lı 50'li 60'lı yıllardaki halini de her daim  müthiş bir özlemle anar, daha doğrusu hayalini kurarım. Nasıl kurmayayım ki... Bir semt düşünün ki, hemen denizin kenarına kurulmuş,ortasından tren yolu geçiyor ve dört bir yanı koruluk, ağaçlık. Daha ne ister insan?...


Her ne kadar yaşamamış olsam da, Bakırköy'ün namlı balıkçıları Dikran Reis ve Şahin Reis'in hikayelerini, Atatürk'ün kızkardeşine ev bakmak için Bakırköy'e gelişini, hatboyundaki ünlü Bulgar dondurmacıyı, Gençler caddesinin isminin nereden geldiğini ve türlü türlü daha bir çok hatırayı Sn. Rasin Örsan'ın "Kaybolan Bakırköy", Sn. Turgay Tuna'nın " Biz zamanlar Bakırköy" ve Sn. Selçuk Erez'in " Makriköy'e dönüş" kitaplarından okuyup, hafızama nakşettim.

Yine geçenlerde kıymetli "hemşerim" Sn. Zeynep Erkut'un Bakırköy Zeytinlik mahallesinde geçen çocukluk yıllarını ve o yılların Bakırköy'ünü anlattığı bir yazısını, büyük bir zevkle ve hiç bitmemesini dileyerek okudum. Akabinde Facebook sayesinde kendisiyle irtibata geçerek, öncelikle hürmetlerimi sundum ve bu keyifli yazıyı sizlerle burada paylaşmak için iznini istedim. Son derece saygıdeğer ve mütevazı bir hanımefendi olan Zeynep Hanım, bundan büyük mutluluk duyacağını belirtti. Kendisine huzurlarınızda bir kez daha saygılarımı ve teşekkürlerimi sunarak, bu keyifli yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Son söz olarak şunu söylemek isterim. Aslına bakacak olursanız Bakırköy'ü benim için bu kadar özel kılan şey, kendi adıma Bakırköy'de büyümüş olmaktan öte bir şey değil. Maziye baktığınızda İstanbul'un bütün semtlerinin, Fatih'in , Kadıköy'ün, Galata'nın, Üsküdar'ın, Beşiktaş'ın da aynı güzel hatıralarla, aynı güzelliklerle, aynı güzel insanlarla dolu olduğundan şüphe yok. Geçen senelerle birlikte yitirilmiş olan sadece eski güzel yalılar, yollar, ağaçlar  değil de asıl insanı insan yapan değerler sanırım.

Doksan iki yaşında vefat eden rahmetli haminnem, bilmeyenler için açıklamak gerekirse annemin anneannesi, "Binayla zina arttığı vakit kıyamet vakti yaklaşmıştır" dermiş hep. Artan bunca nüfusu ve günümüzde yaşanan bunca ahlaksızlığı gördükçe düşünmeden edemiyor insan. Acaba o gün geldi mi dersiniz ?...       

Esen kalın efendim...

--------------------------------

ZEYTİNLİK MAHALLESİ BİR MASAL MIYDI ?
Zeynep Erkut

Kabristan’da sessizlik hakimdi...İçimden herhangi bir işaret için babamın mezarının başucundaki ağaca seslendim ve ağacın tam da o anda tüm yapraklarını Bakırköy’den geçip giden ve bir daha rastlanamayacak olan eşsiz insanlar ve güzellikler gibi hızla döktüğünü, ardından da rüzgarın onları sağa sola savurduğunu farkettim...

Belleğimde doğruluğundan hiçbir zaman emin olamayacağım,sevgili annemin kucağında koyu yeşil’e boyalı bir demir kapıdan türlü ağaçlar ve çiçekler içindeki kocaman bir bahçeye girişimiz ve ufuk çizgisinde kaybolmakta olan kızıllıkla başlıyor Bakırköy’e doğuşum. Dedeciğimin, yani İstiklal savaşı muhariplerinden, yeni cumhuriyetin değerli müsteşarlarından, İETT Genel Müdürü Kadri Musluoğlu’nun emeklilik ikramiyesi ile almış olduğu Bay Parisi’nin yalısında tüm ailemle geçen rüya gibi çocukluk anılarım...Mormenekşe Sokak No. 9 ve Ömer Naci Sokak No.110’un kesiştigi köşe, iki katlı evimizi çevreleyen o çok büyük bahçe ve leylak ağaçları ile kaplı deniz üstü bölümü, upuzun iskelesi, kayıkhanesi ile tüm mahallelinin sıra ile kullandığı hamamı hep bu yalıya ve çocukluk anılarımın ince ince işlenerek hızla tırmanılmış katlarına aittir. Önce komşuların sonra eşin dostun ihtiyacını karşılayan Ihlamur ve Çam ağaçlarının yanısıra tadlarına doyulmayan can erik, nar, eşsiz incir, ceviz, vişne, üzüm, reçellik mürdüm eriği,kara dut, beyaz dut ve şamfıstığı ağaçları çifter çifterdi.Çam ağaçlarının iri ve sağlam gövdelerinin arasında ise ya kalın bir daldan sarkıtılmış ya da sıkıca o sağlam bedene sarılmış bir salıncak olurdu. Ortadaki havuz toprakla doldurulmuş, içine yediveren gülleri, gece sefaları ekilmişti. Binanın girişinin iki tarafında mis gibi Hanımeli ağaçları ve iri,iri Margaritler...

Denizden bakınca sol yalı komşumuz bugün hepsi rahmetli olan Alişan Beyler ve kardeşleri Suat teyze ile kızları Üge ve Sevgi ablalar...ve Alişan Bey’in oğulları Ercan ve Erdoğan ağabeyler...Şişman Erdoğan diye anılırdı. Bana yemek yedirebilmek için onunla korkuttuklarını hatırlarım.Daha ileriki yıllarda onu tüm heybetiyle bazı Türk filmlerinde görüp birden artık beni güldürdüğünü farketmiştim. Rivayete göre dedemler bu yalıya ilk taşındıkları günlerde Alişan beyler bahçeye gelerek dua etmiş ve nedense artık komşuları bir Müslüman oldu diye Tanrı’ya teşekkür etmişlerdi.Penceremden sevgili Suat teyzenin bir yandan sigarasını, kahvesini içerek mis gibi çamaşırları bahçelerine asışını izlerdim. Uzun yıllar aileden öte dostlarımızdı onlar...

Ömer Naci Sokak’ın denizle birleştiği çıkmaz noktada, yani hemen önümüzde tüm mahallelinin her boy, her renk ama mutlaka ahşap teknelerini bıraktığı bir kayıkhane vardı. Yani orası bir çıkmaz sokak değil de herkes için denize açılan bir kapıydı. Mormenekşe Sokak No.7’de ise halen birlikte olduğumuz canım dostum Deniz ile tüm çocukluğumuzu ve gençliğimizi paylaştığımız ve bahçemize sonradan yapılmış olan, uzun balkonlu ev vardı . Eski Bakırköylüler belki bugün bile hala o iki küçük kızın silüetini balkonun bir köşesinde otururken hayalen canlandırabilir .O evde Fatma ve Şahap Özmen; adeta anne , baba yarılarım. Fatma teyze yani Deniz’in annesi taa o yıllarda teknesine binerek tek başına koskoca sinaritler tutan dünyalar güzeli genç bir hanımdı. Herkesin hiç değilse bir kayığı vardır diye düşündüğümüz yıllardı ve bizler azları o güzelim ahşap teknelere binip bugünkü Ataköy’ün sahilindeki ıssız kumsala gider, pırıl pırıl ışıldayan turkuvaz denize girer, dibinden deniz minareleri toplardık. İlk yüzme derslerimizi orada almıştık. İlk defa balığa o teknelerle çıkmıştık. Rahmetli babamın dokuz küfeli bir tonuzu vardı ve aşağı yukarı her gün bu küfelerden mutlaka konu, komşu ile paylaşılacak sekiz,dokuz ıstakoz çekerdik . Bolca da karides çıkardı hem yemelik, hem de yemlik.Tonozun kerterizi sağda bez fabrikasının bacası ile önündeki top ağaç solda ise Miltiyadi gazinosu ile arkasındaki yüksek binanın üstüste gelmesi ile sağlanırdı.

Mormenekşe sokak No.5’in üst katında eski Emniyet Sandığı genel müdürü, beyfendiler beyfendisi rahmetli Halim Umay ve eşi rahmetli Melahat Umay . Melahat teyze mahallemizin bol kahkahalı , şık, titiz ve kültürlü hanımlarından biri idi. İlk evliliğinden olan oğlu Melih Yıldızlar çok gençken çalışmaya başladığı, hem teyzemin;hem dayımın hem de benim yıllarla çalıştığımız Unilever’de (yani Vita Fabrikası’nın bağlı olduğu şirket) kıdemlenerek en üst uluslararası yetkililerden biri olmuştu. Üge abla ile Melih Ağabey Romeo ve Juliyet’e taş çıkartacak bir aşka tutulduklarında bizim sağımız ve solumuzdaki yalıların gençleriydi. Evlerinden çıkıp, buluşmak için beni baruthane çayırlarında gezdirmeyi bahane ederlerdi.Şarkıları da hala içimi titreten Nat King Cole’un “Too Young”ıydı. Aynı evin alt katında ise bugün ailecek rahmetli olan dostlarımız sevgili Remziye teyze ve Deniz Kuvvetlerinin yıldızı olan, çok erken kaybettiğimiz eşi Nurettin Yıldızlar ve oğulları, yakın arkadaşlarımdan son yıllarda aniden öbür dünyaya göç eden, her türlü el becerisinde üstad Selçuk vardı.

Ömer Naci Sokağın karaya doğru devamında bize göre sağ köşede bahçesi kalın tel çitle çevrili, hanımeli kokulu Bolton’ların evi.Yakın zamanda onbeş gün ara ile rahmetli olan sevgili İzmaro(İzmarağda) teyze ve kocası hipodromun mühendislerinden Suha Ali Bolton, çocukları İdil ve Sevil. İzmaro teyze belleğimin en renkli kişiliklerinden biri. Her zaman rengarenk çiçekli elbiseleri, canlı ve sevgi dolu komşuluğu ile bana paskalyalarda yumurta tokuşturmayı ilk öğreten ve Rumca’yı hepimize sevdiren hayat dolu bir kadın. Derken onların bahçesinin Ebuziya köşesinde babaları Ali Suat Bolton ve bahçedeki yerinden hiç kıpırdamayan üstü ahşap arabası. Boltonların evinin Ömer Naci sokaktaki yan komşusu ise Yeşilköy hava limanındaki görevi nedeni ile nam-ı diğer Kule Mustafa ve ailesi...

Ömer Naci sokağın bize göre sol tarafında ise köşeden itibaren bugün yerinde yerler esen güzelim Akaretler evleri. İlk evde Suha Bey ve camından sürekli etrafı gözleyen annesi Madam Sara. Yan komşuları babası omuzları bol yıldızlı bir asker ailesi ve çocukları ; o zamanlar niye birden yok olduğunu anlayamadığımız Tanju ve bugün kimbilir nerelerde olan kardeşi Gökhan. Onların üst katında balkonları Mor Menekşe sokağa bakan en değerli yaşlılarımız , İstiklal Savaşı gazisi Vehbi-Saibe Tümay ve son yıllarda vefat eden kızları Beraat , Nezahat teyzeler. Herikisi de o devirlerde çalışma hayatında olan başarılı memureler. Onların yanındaki dairede gerçek bir beyefendi Sumerbank Bez Fabrikası üst düzey yetkililerinden Abdullah Erem ve zamanının en “varda kosta” kadınlarından neşe kaynağımız eşi Güher Erem ve oğulları yakışıklı akadaşımız, hatta ağabeyimiz Kadir Erk Erem. Eremlerin alt katındaki bölümde ise Çakılcıyan ailesi ve can arkadaşlarımız yakışıklı Varujan ve Agop biraderler.Bugün bile Varujanı omzunda motoru evden çıkıp yavaş yavaş teknesine doğru sokağı katederken çok net hayal edebilirim. Üst katlardan birinde Nesim Pinhas ve ailesi , kızları herkesle ahbap, iyi yüzücü Lelet abla ve oğulları rahmetli Erol ağabey.

Ebuziya Caddesinin denizle birleşen ucunda ise, ahşap bölümünün tahta ayakları deniz’e çakılı bir veranda gibi duran ve bütün Bakırköy’lülerin anılarının en müstesna köşesini, hoş bir anason kokusu ile süsleyen meşhur Viyana Gazinosu ve güler yüzü ile sevecen tavrı hiç eksik olmayan Nafi Bey ile şef garsonu Todori. Bu gazino mahallenin ve hatta Bakırköy’ün erkek çocuklarının sünnet düğünlerinin şarkıyla mizah üstadı Celal Şahin’in akordeonu eşliğinde yapıldığı bir lokal olmakla da ün salmıştı. Haftada en az iki gün anne babalarımızın kadeh tokuşturduğu bu güzelim mekanda yediğimiz balıklar, şiş köfteler hala hatırladıkça ağzımızı sulandıran tadların damağımıza yerleşmiş en seçkin bölümünde yer alır.

Viyana Gazinosunu arkanıza alıp Ebuziya Caddesinde ilerlediğinizde o zamanlar çevrede tek olan köşe bakkal Mösyö Ligor’a kadar hala Zeytinlik Mahallesiydi. Asık suratlı Mösyö Ligor gizli, gizli ilk Tom Miks, Teksas dergilerimizi aldığımız minicik ama aradığınız herşey bulunan , karmakarışık bakkalımızın sahibiydi. Kağıt kaplı teneke kutularda katkı malzemesiz Arı marka çok leziz tuzlu krakerler, Mabel çiklet, Golden çukulata ve diğerleri... Türkiye’nin yüzkarası 6-7 Eylül olaylarında mahallelinin Ligor’u ve diğer gayrımüslim komşularımızı nasıl cansiperane koruduğunu o geceyi dehşet içinde yaşamış olanlardan defalarca dinlemişizdir.

Viyana Gazinosunun sağında yukarıya doğru , daha sonra yıkılıp Bakır Apartmanı adını alan, dayımın sevgili arkadaşı, günümüzün tanınmış ressamlarından Muhsin Kut’un ailesinin evi, onların karşısında gene çok şık bir bahçe içinde çekik gözleri nedeni ile Tatar güzeli denen, Bilge abla ve ailesinin yaşadığı ev. Ressam Muhsin Kut’un evinin hemen sağında sonraları rahmetli Adil Peküstün tarafından çok şık bir apartman olarak inşa edilen Beyaz Yalı. Geçen yıl kaybettiğimiz Süheyla Saltukoğlu ile oğulları Ateş ve elektronik haberleşme yoluyla hala görüşebildiğimTuğrul hem Beyaz Yalı’da hem de Bakır Apartmanında oturmuş olan şanslılardandı. Bakır Apartmanında aynı zamanda teyzemin ilk evliliğinden akrabalarımız olan Saibe Uras hanımefendi, akordeonuyla bizlere hoşça vakit geçirten oğlu yakışıklı Faruk Uras ve onun kızı sevgili Ayşe abla otururdu. Onların sol yanında ise sarı uzun saçlarını Birigitte Bardot gibi önüne düşüren bisikletli Alev ve yaramazların kralı olan kardeşi ilkokuldan sınıf arkadaşım Mehmet’in oturduğu dar, üç katlı ve demir kapılı ev.

Yüzümüzü deniz’e dönerek bizim yalının en sağ tarafına geçecek olursak Mormenekşe sokağın sonunda denize çıkıntı yapan burnun üzerinde, daha sonraları Baruthane’ye koruma sağlayan askeri karakol olarak kullanılan Novotni’nin köşkü ve şimdilerde Ataköy’ün kapladığı alan olan Baruthane tarlaları, çeşitli ağaçlar ve Osmanlı’nın Baruthane yapıları vardı. Canımız ebegümeci çektiğinde elimizde sepetler o tarlalardan ebemeci toplardık ve evlerimizde kuru bamya ile pişirilirdi. Kar yağdığında ise tüm komşuların evlerindeki tahta merdivenleri çıkarıp o tarlalarda kayak kayarak bizleri karşıladığı ve hepimizi bindirerek kaydırdığı günleri hatırlarız hala. O karlı günlerde sokaklarımızdan bir otomobil geçse izi hemen görülürdü ve zaten tüm Bakırköy’deki özel otomobil sayısı ancak 10-15’di.

Mahallemizde komşuluk kocaman bir aile demek olduğundan evlerde pişen güzel yemeklerin herkese gönderilmesinin yanısıra arada sırada bizim bahçede düzenlenen yemek yarışmalarında yemekleri yiyip değerlendirmek olağan faaliyetlerdendi. Kiraz ağacı çiçeklenmeden alınan odun, kömürün en iyisi ve en ucuzunu herkes birbirine haber verir, ve geldiğinde kömürlüklere indirilmesine hep beraber nezaret edilirdi. Çiçeklenme mevsimi geldiğinde bahçemizdeki Ihlamur ağaçlarının altına bembeyaz çarşaflar serilir ve kurutulmak üzere ıhlamurlar silkelenirdi.Tüm mahallenin kışlık ıhlamur ihtiyacı karşılandığı gibi çok uzaktaki eşe, dosta da ulaştırılırdı.

Hele bayramlar gerçek bayram olur ve bizlere çil çil paralar ile mendiller demek olan, komşular arası müthiş bir kutlama trafiği başlardı. Benden gizli gizli kesilen kurbanlar’dan yapılan kavurmalar , Beyoğlu’na inilerek Hacı Bekir’den alınmış akide şekerleri, lokumlar ve çeşitli likörler paylaşılırdı. Biz çocuklar her evde birşeyleri afiyetle mideye indirdiğimizden günün sonunda mide fesadına uğrardık.Yaşadığımız çevre zaten doğal bir lunapark olduğundan sanırım ayrıca lunapark’a gitmeye hiç ihtiyaç duymazdık.

Mahallenin çocuklarından birine bisiklet alındığında sanki diğerlerine de alınması şartmış gibi çil çil bir sürü bisikletin yollara dökülmesi kaçınılmazdı. Bazı akşamlar yemekler birlikte yenir ve çocuklara gün doğardı. Gündüzleri bahçede köşe kapmaca, saklambaç, üç taş, kuka ve “bizden size kim düşe” oynamaktan yorgun düşmüş bedenler bu buluşmalarda yeniden canlanır ve birlikteliğin tadını çıkarırdı.

Meğer biz o yıllarda gerçekten eşi bulunmaz bir sevgi yumağı içinde ,terbiye, görgü, bilgi ve güzel bir Türkçe ile donanarak büyütüldüğümüzün farkında olmadan, denizimizin, yeşilliğimizin, ağaçlarımızın, çiçeklerimizin, temiz havamızın ve korna sesiyle bozulmayan sessizliğimizin hep öyle kalacağını sanarak, tasasız bir gençliğe doğru yelken açarmışız...Bugün kaybettiğimiz Bakırköy’ün ve Istanbul’un ardından özlemle bakarken ancak o günleri yaşayanların burunları sızlayarak “bu mahalle bir masal değildi” diyebileceklerini biliyor ve hissediyorum...