31 Aralık 2010

"Foto Bulanık" iyi seneler diler...

Kadıköy balık pazarından soframızı donattık, 2011'i beklemeye koyulduk.Ayıptır söylemesi ama, beş kiloluk  bir kalkan balığı aldım. Yeni yıla, bütün bir gece boyunca kendisiyle dans ederek gireceğiz inşallah. Atları da vururlar değil mi ?...

Mezeniz bol, sohbetiniz zengin olsun. 2011 tüm dileklerinizin gerçekleştiği bir yıl olsun.

İyi seneler efendim...






29 Aralık 2010

Kısa İstanbul turu... 1.Bölüm

Mercedes'te çalıştığım yıllarda, kendisi bizim bölümde staj yaparken tanıştığım; önce şef-çırak ilişkisi olarak başlayan ahbaplığımızın, zaman içinde önceleri abi-kardeş, nihayetinde de sıkı bir dostluk kıvamına dönüşmüş olduğu sevgili arkadaşım Ahmet , nam-ı diğer "Kumpel" , dün Almanya'dan beni ziyarete İstanbul'a geldi. Kendisi ile en son bir sene önce Almanya'da görüşmüş ve Hamburg'un dillere destan gece hayatını iki gün boyunca kesintisiz olarak yerinde müşahede etmiştik! İstanbul'da geçireceği süre boyunca kendisine Hamburg'daki gibi hızlı bir gece hayatı vaadedemezdim; ama kendisi Türk olduğu halde yabancısı olduğu bu şehirden bir nebze keyif almasını sağlamak boynumuzun borcuydu elbette. Ahmet'in Sultanahmet'te bir otelde kalmasını fırsat bilerek kendisini, benim çok sevdiğim ve ne zamandır gitme fırsatı bulamadığım tarihi yarımada üzerinde kısa bir tura çıkardım. Artık kıyısından köşesinden de olsa "blogçu" olduğumuz için, tabii ki de boş durmadım; kısa gezimiz süresince bir yandan da sizlerle paylaşmak  üzere hem fotoğraf çekip, hem de kafamda notlar aldım.
Dün akşam saat 18:00'de başlayıp 23:00'e kadar süren kısa turumuz boyunca sırasıyla uğradığımız, bir gün yolunuz düşerse sizin de muhakkak gitmenizi  tavsiye edeceğim üç farklı mekanı, dilim döndüğünce sizlerle paylaşmak istiyorum.

Turumuz başlasın !...

Kebapçı Şeyhmuz
Yolunuz Sultanahmet'e düşerse yemek için ilk akla gelen yer tabii ki de Tarihi Sultanahmet Köftecisi'dir. Tadından da yenmez hani... Lakin bu, işin kolayına kaçmak olurdu.
Bundan bir süre önce, televizyonda milli gurmemiz Vedat Milor'un "Tadı damağımda" programında gördüğüm, üstadın ballandıra ballandıra anlattığı ve  beş yıldız verdiği  bir kebapçı aklımda yer etmişti. Ben Vedat Milor'un programını beğeniyor, rastlarsam da muhakkak izliyorum. 
Kebapçının Çemberlitaş'ın arkasında , Nuruosmaniye'ye inen yol civarında olduğunu hatırlıyordum, ama ismi hatırımda kalmamıştı maalesef. Sora sora Bağdat bulunur derler; biz de esnafa sormaya başladık :
" Yahu buralarda bir kebapçı varmış, televizyona çıktı, şöyle ünlü, böyle ünlü..."
Her sorduğumuz kişi farklı bir yer tarif etti, üstüne üstlük hem de tavsiye etti; ancak hepsinde de henüz  içeri bile girmeden, aradığımız yerin orası olmadığını hemencicik anlayıverdik. Derken, yine kapı ağzında bir esnafa derdimizi anlatmaya çalışırken, yan tarafta ilgisiz gibi duran bir adam, konuştuklarımıza kulak kabartmış anlaşılan, birden o sihirli kelimeyi söyleyiverdi...  
" Şeyhmuz ! "
O an zihnimde bir şimşek çaktı. Evet, aradığımız yerin adı Şeyhmuz'du... Hayırsever vatandaş "Şurdan sola dönün, sokağın içinde" diye, şıp dedi tarif etti, şıp diye o sokağın ağzına geldik, tam dalıcaz... Bu sefer başka bir Allah dostu "Abi orası değil, bir sonraki sokak" diye bizi uyarmasın mı?... Meğersem o da konuştuklarımıza kulak misafiri olmuş... Çemberlitaş esnafının imecesi sayesinde bizim Kebapçı Şeyhmuz'u  nihayet bulduk.  Ve kapısının önüne geldiğimizde , henüz içeri bile girmeden... Anladık ve emindik...  Doğru yere gelmiştik...  


Gelmiştik... ama biraz geç bir vakitte gelmiştik. Bir esnaf lokantası olan Şeyhmuz, saat altı gibi servisi kapatıyormuş. Lakin şefimiz Sedat Bey  kıyamadı, sağolsun bizi içeri buyur etti...


Kebapçı Şeyhmuz , Mardin yöresinin mutfağını sunuyor müşterilerine. Biz sona kaldığımız için, menüde bulunan ana kebap çeşitleri çoktan tükenmişti. Sedat Bey nezaket göstererek bizim için özel kebap hazırlayacaklarını söyledi. Bize de kendimizi Sedat Bey'in  güvenli ellerine bırakmak düştü... Duvarlara , başkaca restoranlarda gördüğünüz türden, görgüsüzce onlarcasından yanyana değil, tek tük olmak üzere gazete küpürü ve şöhretli müdavimlerin resimleri asılmış. Sayısı üçü dördü aşmayan resimler arasında pek sevdiğim  Metin Akpınar'ın orada çekilmiş fotoğrafını da görünce keyfim iyice yerine geldi. Doğru yerde olduğumuzdan  daha bir  emin şekilde, bir  kadeh rakımızı doldurduk ve iştahla kebaplarımızı beklemeye koyulduk...

Şeyhmuz'da tüm kebap çeşitleri "bıçak" diye tabir edilen, elde zırhla çekilmiş kıymadan yapılıyor. Önceden hazırlanmış kebaplar tükenmiş olduğu için, bizim için o an zırhla dövülerek yeni kebap hazırlandı. Öncelikle lokantanın spesiyali olan Şeyhmuz kebabından birer porsiyon yiyerek açlığımızı bastırdık (!) Tabi onun öncesinde kebaplar gelene kadar ; salata, acılı ezme, turşu , maydanoz , manda sütünden yoğurt ve  sumaklı soğan  ile masa çoktan donanmıştı bile. Şeyhmuz kebabı alışıla geldiği üzere şişe sarılarak ince uzun şekilde değil, kocaman bir hamburger köftesi gibi yuvarlak şekilde yapılıyormuş. Ama lezzetini tarif etmek için inanın kelime bulmakta zorlanıyorum; sadece şeklini tarif etmek için bile olsa, kendisini hamburger ile aynı cümle içinde anmış olmaktan şu an hicap duyuyorum.



Ardından, şefin spesiyalitesi, rakının yanında çok güzel gittiğinin özellikle altı çizilen, taze hazırlanmış,  Mardin'in "Bulgurlu" kebabı geldi masaya...



Utanmasak birer porsiyon daha sipariş edecektik. Meze niyetine değil, tatlı niyetine yenecek kadar güzel, farklı bir lezzetmiş bulgurlu kebap ...


Zaten kapanma  saatini geçirmiş olduğumuz için, daha fazla oturmaya yüzümüz olmadı açıkçası. Bıraksalar geceyi orada da noktalayabilirdik. Saat sekiz gibi hesabı istedik. Ne kadar hesap geldiğini merak edecek olursanız, söyleyeyim. İki kişi gittik, dört kişilik yemek yedik; yediklerimizin hepsi spesiyal çeşitlerdendi; ben üç duble rakı içtim ; izzet , ikram , güleryüz müessesedendi ... Herşey dahil 120 TL hesap geldi. Açıkçası bu da bize uygun geldi...

Karnımız tok, güzel duygular içinde, Sedat  Bey'e teşekkürlerimizi sunarak ve muhakkak yeniden geleceğimizin sözünü vererek, saat sekiz buçuk gibi Şeyhmuz Kebap'a veda ettik.

Hafif bir yağmur altında ve kebabın tadı damağımızda(!) , yüzümüz gülümseyerek ve hızlı olmayan adımlarla yürüyerek.. ikinci durağımıza doğru yöneldik...


Arkası yarın...                                                                                                            2.Bölüm

24 Aralık 2010

The Shit

Biliyorsunuz, bu aralar İstanbul'da bir inşaat çılgınlığı aldı başını gidiyor. Herkes daha güzel evlerde yaşamak, daha güzel mutfaklarda doğuştan gelen şeflik yeteneklerini icra etmek ve daha güzel lavabo(!)larda hacet gidermek istiyor. Lavabonun yanına ünlem işareti koydum, çünkü biliyorsunuz kırk yıllık tuvalet son yıllarda sınıf atladı ve artık "lavabo" olarak anılıyor. Benim bildiğim lavaboda el yıkanır. Nazik kızlarımız ve beylerimiz aslında çiş ve kaka yapmak gibi kötü huyları yokmuş gibi yapmayı seviyorlar nedense.

O caaaaaanım tuvaletin "hela", "kenef", "ayakyolu" gibi isimlerle anıldığı günleri hatırlıyorum da. Ah ne güzel günlerdi onlar...

Bu nazik kızlarımız ve beylerimiz sağolsunlar türkçemize bir de yeni nida kazandırdılar ki, o başlı başına bir vaka. Sokakta kazara bir çarpışma, yanlışlıkla birine dokunma gibi bir insanlık hali yaşayacak olursanız, karşı taraftan "Ups !" diye bir ses çıkıyor... İlk başlarda şaşırıyordum, çok şiddetli çarptım , kızcağız tutamayıp geğirdi herhalde, ya da bu kişi ecnebi filan diye düşünüyordum ama, sonra bir de baktık ki herkeslerde bir "Ups!" almış yürümüş. Güzel türkçemizin "Ah!" "Aman!" "Of!" "Uf!" "Hay aksi!", hatta ve hatta "Çüş!" "Höst!" Hass.." gibi güzelim ünlemleri rafa kalkmış ve yerlerini Amerikan usulü, nazik ve karizmatik "Ups!"a bırakmışlar meğer...

Mimariden girdik, dilbilimden çıktık... Neyse biz konumuza dönelim.

Şu günlerde, özellikle Kadıköy yakasında neredeyse tüm eski binalar yıkılıp yerlerine yeni lüks rezidans(!)lar dikiliyor. Hak sahiplerine birer daire, satmak için müteahide bolca daire derken, bir pantolonluk kumaştan iki, hatta üç pantolon çıkıyor ve daireler adeta birer küçük kümesi andırıyor. Ama olsun; hepsinin havalı ve sonunda "rezidans" la biten modern isimleri oluyor. Bu sayede eski kat malikleri, bir boy küçüğü de olsa yeni bir evciğe kavuşmuş ; müteahitler de artan daireleri dudak uçuklatan meblağlardan satarak cukkayı götürmüş oluyorlar.

Tüm bu rezidansların reklam filmlerinde ve sloganlarında, tamamen biribirinin aynı, klişe Amerikalı! hayat tarzının ve sözde "elitliğin" empoze edilmesinden zaten bir süredir kıllanıyordum. Hatırlarsınız hani : "Bazıları yükselmek ister !"

Geçenlerde, kafamda işte bu düşüncelerle yürürken rastladığım bir rezidans(!) ise bu alanda çığır açacak ve insana pes dedirtecek cinstendi doğrusu. "May Vörld", "Aphil Kort" , "Bosporus Siti" filan neyse de, bu bana biraz fazla geldi; bünyem kabul etmekte zorlandı. Bilmem, duyunca siz de bana katılacak mısınız ?...

Bakırköy'den ayrılıp Kadıköy yakasına taşındıktan sonra beş sene boyunca ikamet ettiğim, Göztepe'deki Ömer Paşa Sokak'ta da böyle havalı bir apartman dikilmiş. Sıkı durun, işte adını söylüyorum : " The Omar Pasha ". Başında "The" olmazsa olmaz tabi! İngilizce'nin bir numaralı dilbilgisi kuralıdır, bunu herkes bilir (!)Aynen böyle yazmışlar girişin üstüne, hem de kocaman harflerle...

Aklıma takıldı. Hemen kutsal bilgi kaynağı Vikipedi'ye başvurdum. Bir de ne göreyim... Göztepe ile Erenköy arasında sınır teşkil eden ve Erenköy Kız Lisesi'nden başlayıp, sahil yönünde Bağdat caddesine kadar uzanan bizim Ömer Paşa Sokak, ismini aslen Michael Lattek adında bir Avusturyalı olan, Osmanlı'ya iltica edip islamiyeti seçtikten sonra Abdülmecit döneminde paşalığa kadar yükselen Serdar-ı Ekrem Ömer Lütfi Paşa'dan alıyormuş meğer. Vikipedi'de öyle yazıyor... Ben de yeni öğrendim.

1806'da bir Avusturyalı olarak dünyaya gelen Michael Lattek, 1871'de İstanbul'da bir Türk olarak hayata gözlerini yumuyor. Dininden, memleketinden vazgeçtiğine göre Türk kültüründen bayağı bir etkilenmiş ve Türklüğü, Türkçeyi çok sevmiş olmalı. Bu bana biraz ironik geldi doğrusu...


Serdar'ı Ekrem Ömer Lütfi Paşa

Binaya diyeceğimiz yok; alan memnun, satan memnun. Ama yakın zamanda bizim millete boku "The Shit" adı altında pazarlayıp yedirirlerse kimse şaşırmasın. Benden söylemesi... Hoş, bu uyarıyı yapmakta biraz geç mi kaldık ne ?...

Bu arada, merak ettim sordum... "The Omar Pasha" rezidansında oturma ayrıcalığının bedeli 750.000 dolarcıkmış. Parası olup da ilgilenenler için müteahidin adresini de veriyorum :

Yüksek Mimar Ömer Gömer
Ömer Paşa sk. The Omar Pasha Rezidans
Erenköy İstanbul

Herkese iyi haftasonları dileklerimle... Baaaaaaaay !






16 Aralık 2010

Kulüp

"Kulüp" deyince sizlerin aklına ilk ne geliyor bilmiyorum. Kimilerinin zihninde loş ışıklı bir gece kulübü, kalantor işadamlarının gittiği bir lokal, ya da biraz eskilerin zihninde "Kulüp Rakısı" canlanıyor olabilir. Benim çocukluğumun geçtiği Bakırköy sahilindeki mahallemizde ise "Kulüp" deyince herkes aynı şeyi anlar, aynı adresi tarif etmiş olurdu... Ataköy Deniz Kulübü, kuruluş 1965.
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın en güzel günleri, şimdi yerinde Holiday Inn Crown Plaza'nın olduğu, Gelik Restoran'ın yanından tatlı bir yokuşla inilen, hemen deniz kenarında bir lokal ve bir basketbol sahası, arkasında balıkçı barınakları, önünde kayıkların bağlı durduğu felekler ve bir tahta iskele ile plaj tarafına doğru ilerleyince en sonda bir gazinodan oluşan o güzelim Ataköy Deniz Kulübü'nde geçti.

Kulübe inen yol (1960'lar)

Kulübün arka tarafı ise alabildiğine ağaçlık, o zamanki çocuk gözlerimizde balta girmemiş bir orman, macera ve gizemlerle dolu kocaman bir oyun bahçesiydi. O ormanın içinde 1. Dünya Savaşı sırasında Fransız askerlerince yapılmış tek katlı terkedilmiş bir bina, Bizans döneminden kalma su sarnıçları, hatta ve hatta benim de canlı olarak birkaç temsil izlediğim bir de açıkhava tiyatrosu mevcuttu. Gelik Restoran'dan başlayan bu koruluk, arasından geçen dar bir yolla bağlandığı diğer taraftaki Ataköy Plajı ve Ancelo Gazinosu'na kadar uzanırdı. Şimdilerde ise tüm bu alanın üzerinde bir alışveriş merkezi bulunmakta maalesef.

Ataköy Plajı ( 1980'lerin başı )

Kulüpte benim yaşıtım olan çocuklar grubunun en büyük meşgalesi basketboldu. Bizden biraz büyük abiler grubu arada sırada basketbol oynamakla beraber, onların asıl uğraşısı ise Dadaş'ın tek göz oda çayocağına doluşup kör duman içinde king oynamaktı (!)

Ataköy Deniz Kulübü basketbol sahası

O dönemlerde giydiğin kotun ve ayağındaki lastik ayakkabının markası, kişiliğinin ve karizmanın en büyük göstergeleriydi ki, bunlar da öyle her yerde bulunmaz, Kapalıçarşı'da bazı gizli adreslerden kaçak mal olarak alınır, ya da yurtdışındaki akrabalara özel olarak sipariş edilirlerdi. Yeni yeni kendimi duymaya başladığım o günlerde, kot pantolonun paçalarının nasıl kıvrılacağını, saçlara nasıl jöle sürülüp şekil verileceğini ve dönemin gözde müziklerini hep bu abilerden öğrendim. Bir de büyük abiler grubu vardı ki, onlar bizle pek muhatap olmaz ama bizi sever ve çevrelerinde olmamıza ses çıkarmaz, arada bir de sohbetlerine dinleyici olarak katılmamıza izin verirlerdi. Sadece abiler değil tabii ki... Ablalar vardı, abilerimizin eşleri ya da kız arkadaşları vardı, yaşıtımız olan kız arkadaşlarımız vardı. Sanki kocaman bir aileydi Kulüp ahalisi...

Arkada el sallayan Bekçi Cafer Amca

Bekçi Cafer Amca'mız vardı... Çaycı Dadaş'ımız vardı, ki kendisi Erzurum'lu has bir dadaştı gerçekten ve  köyündeki üç müsademesini(!) ve hatta  Ecevit affından yararlanarak hapis yatmaktan son anda kurtulduğunu gururla anlatır ve sağ elinin yüzük parmağında kocaman bir Atatürk yüzüğü taşırdı.

O yazların hatırımda kalan en hit parçaları "Big in Japan" , "Self Control" ve "Hello" bazen birinin arabasındaki müzik setinden bangır bangır çalınırdı.

Aylardan Temmuz, tenlerimiz yanık, havada deniz, tuz ve çimen karışımından oluşan baş döndürücü bir koku, ki o koku hala burnumun ucundadır; ben ilk defa aşk duygusuyla yüreğimin yerinden çıkacak gibi oluşunu da, işte o Ataköy Deniz Kulübü'nde güzel bir yaz günü yaşadım...

Hala zaman zaman rüyamda Kulüp'te olduğumu görürüm. "Buralar yıkılmamış mıydı yahu?" diye önce şaşırırım, sonra şaşkınlıkla karışık yoğun bir sevinç, huzur ve ait olduğun yere dönmüş olma duygusu kaplar içimi. Tabii, ben Kulüp'ün en son dönemlerine yetişebildim ancak. Her zaman için, daha önce doğmuş olmayı ve Kulüp'ün , hatta ve hatta İstanbul'un daha sakin, daha güzel olduğu yılları yaşayabilmiş olmayı istemişimdir. Ne yapalım, hissemize düşen bu kadarıymış...

Belki öldükten sonra... Cennete gidecek olursam ve herkes kendi cennetini seçebiliyorsa eğer, benim cennetim işte o "Kulüp" olacaktır. Mevsim sürekli yaz, saatler sürekli akşamüstü, burnumda sözünü ettiğim o sarhoş edici yaz kokusu, pırıl pırıl bir deniz, tepemizde martılar ... Kapıdaki meleklere soracağım tek soru... "Eee, nerede bizim çocuklar ?" ...

İlk gençlik yıllarımın o en fiyakalı abilerine, Feridun Abi'lere, Kenan Abi'lere, Fatih Abi'lere, Dadaş'lara, Çino'lara, Fanki İsmail'lere, Caz Yaşar'lara, Kepçe Nejat'lara, Bebek ve Şapka Atilla'lara, Kazma Mustafa'lara, Ogün'lere, Alper'lere ve daha nicelerine buradan selam olsun...

Bakırköy sahil şeridi ( 1985 )
Not: Videoyu kaydeden ve bu hatırayı bizlerle paylaşan Sn. Mesut Kızılırmak'a ve fotoğraflarını izinsiz olarak kullandığım "Ataköy'de Büyüyenler" grubunun saygıdeğer üyelerine buradan teşekkürlerimi sunarım.

8 Aralık 2010

Elmadağ'da lezzet patlaması...

Yok, yok ! Telaşa gerek yok... Bu sefer "ateşe verme" yok, "kısık ateşte kıvam verme" var; "terörist eylem" yok, "gastronomist erdem" var...
Çocukluğumda Devekuşu Kabare, Hisseli Harikalar Kumpanyası ve hatta görkemli bir Barış Manço konseri seyretmiş olduğum Şan Tiyatrosu'nun yangından sonraki o metruk hali hala içimi sızlatsa da, müteveffanın hemen yan sokağında, her gün " Öldüm! " nidalarıyla doyumsuz bir ziyafet çekmekten kendimi alamıyorum.
Geçenlerde yine buradan "Biz de gurme olduk " demiştim ya hani; sakın ha havaya girdiğimi filan sanmayın. Biz kendi çapında bir lezzet düşkünü, olsa olsa doymak bilmez bir obur sayılırız. Ancak gelin görün ki; Vedat Milor olsa ne der bilemiyorum ama, size tavsiye edeceğim lokanta benden her gün beş yıldız alıyor.
Erbabı zaten bilir ama, naçizane, size tavsiye edeceğim yerin adı "Tunçlar Lokantası".


Günlük menüler az ama öz. Burada öyle sonradan uydurma yemekler, şişirme tarifler yok; Türk mutfağının en bilindik, en klasik yemekleri var. Fasulye ve pilav menünün vazgeçilmezleri, her gün mevcutlar. Bu ikisine her gün dört ya da beş farklı çesit ana yemek eşlik ediyor. Ama her biri birer başyapıt, her biri türünün en iyi
örneği. Pazı sarmanın, Hünkar Beğendi'nin, envayi çeşit zeytinyağlının en alası burada.


Mustafa Abi ve oğulları Ahmet ile Mehmet tarafından işletilen lokantanın otuz seneyi aşkın bir mazisi var. Mustafa Abi, yemekleri her sabah kendisi hazırlıyor. Öğleden sonra saat üç dört oldu mu, geriye birşey kalmıyor. Burada yediğim kaymaklı ekmek kadayıfının bir benzerini ömrümde başka yerde yemedim. Abartıyorsun diyen varsa, Perşembe günleri çıkıyor, gelsin bir denesin... Adres, Elmadağ cd. No:9 Taksim.

Foto Bulanık okuyucularına bir de kıyağımız olsun. İsmimi verip, yediklerinizi benim hesabıma yazdırabilirsiniz.

Size doyum olmaz, ben Tunçlar Lokantası'na kaçıyorum :) Haydi afiyet olsun...